Written by 12:19 Allgemein

Babası da komünistti

UMUT YAŞAR

“Soğuk savaşın en sert dönemi” olarak bilinen 1950’li yılların etkileri Almanya’da hala sürüyor. Alman sermayesinin çıkarlarını temsil eden en önemli gazetelerden biri olan FAZ’ın 28 Ağustos günü yer verdiği bir habere göre, Federal Anayasa Mahkemesi (BVG) önümüzdeki haftalarda hala gizli tutulan belgelerle ilgili bir karar alacak.
Söz konusu “gizli” belgeler arasında KPD yasağıyla ilgili binlerce belge ve doküman da bulunuyor. KPD ile ilgili belgeler, sürekli “gizlilik süresi” uzatılan belgelerin başında yer alıyor.
Normal koşullarda BVG’nin kararlarına ilişkin belgeler (soruşturma belgeleri, deliller, devlet içi yazışmalar vb.) prensip olarak 30 yıl sonra araştırmacılara sunulabiliyor. Davaya taraf olan kurum veya kişiler ise, ancak 30 yıl sonra bu belgeleri incelemek için başvurabiliyorlar.
Genelde, başvurulara izin verilmesine karşın, KPD yasağı ile ilgili belgeler için bu geçerli değil. Aradan 54 yıl geçmesine karşın yasak veya resmi tanımlamayla “gizlilik nedeni” hala geçerli tutuluyor.

YASAKTAN YÜZ BİNLERCE EMEKÇİ ETKİLENDİ
Aradan onlarca yıl geçmesine karşın, KPD yasağı gündeme geldiği zaman, sert tartışmalara neden oluyor. Devlet yetkilileri, CDU/CSU/FDP ve Yeşiller gibi partiler KPD yasağını “özgürlükçü toplumsal düzeni korumak”  için “hukuk devleti tarafından alınan bir karar” olarak savunurlarken, o dönem bu yasaktan etkilenen sendikacılar, işçiler, aydınlar ve komünistler ise, “yasak kararı soğuk savaşın bir parçasıydı ve hukuk devleti ilkeleriyle ilgisi yoktu” diyorlar.
KPD yasağı nedeniyle hapis yatan ve ömür boyu kamu hizmetlerinden men edilenlerse bugün hala yasağın kalkması için mücadelelerini sürdürüyorlar.
Her fırsatta geçmişin sosyalist ülkelerini kötüleyen, demokrasiden dem vuranlar konu Almanya’daki anti demokratik uygulamalar olunca ‘dut yemiş bülbüle’ dönüyorlar. Bazı belgelere göre söz konusu dönemde 250 bin kişi, başka belgelere göre ise 500 bin kişi KPD yasağıyla ilgili soruşturmalar kapsamında sorgulanmış. 37 binden fazla dava mahkumiyetle sonuçlanmış ve 10 binden fazla insan hapis cezasına çarptırılmıştı.

YASAK SÜRECİNE NASIL GELİNDİ?
İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasında önemli bir rol oynayan, Faşist ve saldırgan kampı oluşturan ve savaştan büyük bir yıkımla çıkan Almanya ve İtalya’ya ilişkin olarak, anti- faşist kampı oluşturan müttefik devletler, savaş sonrasında, Almanya ile ilgili özel kararlar aldılar.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve İngiltere’nin katılımıyla 17 Temmuz – 2 Ağustos 1945’de düzenlenen Potsdam Konferansı’nda, “Alman militarizminin ve nazizminin yerle bir edilmesi, Almanya topraklarından komşuları için tehdit gelişmesine karşı veya barışın korunmasını tehdit eden gelişmelerin yaşanmaması için önlemlerin alınması” kararlaştırılmıştı. Konferans ayrıca “Almanya’nın ekonomik ve politik birliğinin korunması” yönünde de karar almıştı. Konferans Kararları, güçsüzleşen, ama buna rağmen SSCB ve ABD ile savaşmaya devam eden Japonya İmparatorluğu’na iletilecek ve savaştan vazgeçmesi sağlanacaktı.
Kararlar Japonya’ya iletildi. Ancak, Japon yönetimi teslim olmayı tartışırken, ABD tarafından atom bombardımanına tutuldu. ABD, savaşacak gücü kalmayan Japonya’yı, 6 Ağustos’ta Hiroşima ve 9 Ağustos’ta Nagazaki şehirlerine atom bombaları atarak ve yüz binlerce insanın bir anda ölümüne yol açarak vurdu. Müttefiklere danışma gereği bile görmemişti, gücünü göstermek istiyordu.
Tutumu, Potsdam Kararları’na uyacağı konusunda kuşku doğurmuştu. 1946 yılına gelindiğinde, SSCB ile “ortak çalışma” politikasını, ona karşı savaşma yönünde değiştirdi. SSCB’nin savaş yaralarını kısa sürede sararak ekonomik ve askeri olarak yeniden güçlenmesi, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemesi ve bu ülkelerin giderek sömürgeci devletlere karşı kurutuluş savaşları vermeleri, Doğu Avrupa’da halk demokrasilerinin güçlenmesi ve sosyalizme yönelme olasılığının giderek güçlenmesi, ABD başta olmak üzere batılı emperyalistleri saldırganlaştırıyordu.
ABD Başkanı Harry S. Truman, 1947 yılında yaptığı bir konuşmada (“Truman Doktrini”), “silahlı azınlık güçlere karşı direnen, dış baskılara boyun eğmeyen bütün özgür halklara” askeri ve ekonomik yardım sözü verdi. ABD, “demokrasi”, “insan hakları”, “barışın korunması” propagandasını “giderek büyüyen Sovyet tehdidi” söylemiyle güçlendirmeye yöneldi. Dış politikasının merkezine ise, “komünizm tehdidine karşı mücadele”yi koymuştu. “Soğuk Savaş” böyle başladı. “Truman Doktrini” kapsamında “Marshall Planı”(1) gündeme getirildi ve
Almanya başta olmak üzere sosyalist veya halk demokrasisi ülkeler ile sınırı olan ülkelerin hızla kalkınması için harekete geçildi. Bu “doktrin” çerçevesinde İsrail devletinin kurulması (14 Mayıs 1948), 1949’da ABD’nin girişimiyle anti-sosyalist blok olarak NATO askeri paktın kurulması ve kısa bir süre sonra Kore Savaşı (1950-1953) gündeme geldi. 9 Nisan 1949’da NATO’nun ve 24 Mayıs 1949’da Batı Almanya’nın ‘bağımsız’ devlet olarak kurulması, Potsdam Kararları’nın (“Almanya’nın ekonomik ve politik birliğinin korunması”) Batılı emperyalistler için gerçekte bir anlam ifade etmediğini gösteriyordu.

ANTİ KOMÜNİZM RÜZGARI ALMANYA’YA ULAŞTI
ABD tarafından estirilen anti komünist rüzgar Almanya’daki iç politikayı giderek daha fazla etkiliyordu. Kore savaşının başlamasıyla birlikte Batı Almanya’da ordunun yeniden kurulması ve Polonya sınırının “gerçekçiliği”(!) üzerine tartışmalar başlatıldı.
Eylül 1950’de New York’ta yapılan bir Batı Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansı’nda, Almanya’nın NATO’ya entegre edilmesi karar altına alındı. “Soğuk savaşçı” olarak bu döneme damgasını vuran dönemin başbakanı Konrad Adenauer ise 19 Eylül 1950’de, “Adenauer-Erlass” olarak anılan bir kararnameyle kamu çalışanlarına “Anayasaya bağlılık zorunluluğu” (2) getirmişti. Kararname, iktidardaki Federal Hükümetin, “Anayasaya aykırı” olarak değerlendirdiği örgütlere üye olmayı yasaklıyordu. Yani mahkeme kararı olmadan, hükümetin görüşü yeterli sayılıyordu.
Bu kararname KPD ve ona bağlı kitle örgütleri hedef alınarak çıkartılmıştı. Böylece komünistlerin postacı bile olmalarının önüne geçiliyordu.
Hükümetin işçilerin ileri kitlesine ve örgütlerine karşı giriştiği bu saldırıya sendikaların reformist ve işbirlikçi yönetimleri de destek verdiler. Mart 1951’de IG Metall merkez yönetimi, komünist olduğu bilinen bütün yöneticileri görevden alarak yerine yedeklerini yerleştirdi. Görevden alınan sendikacılar daha sonra sendikadan ihraç edildiler. Sendikalar içinde komünistlere karşı en saldırgan politika bugünün kimya sendikası IG BCE’nin önceli IG BSE içinde yaşandı. Sadece NRW Eyaleti’nde 18 şube yönetimi, “aralarında komünistler var” gerekçesiyle dağıtıldı.
Bu arada Adenauer Hükümeti, ABD’nin onayı ile 1951 yazında FDJ ve VVN’i yasakladı. Ağustos 1951’de “üst düzey ihanet”, “vatana ihanet” ve “devletin varlığını tehdit etme” gibi faşizm döneminde komünistlere ve diğer antifaşistlere karşı kullanılan yasalar yeniden ceza hukukuna alındı. 23 Kasım 1951’de ise hükümet, KPD’nin “Anayasa karşıtı bir örgüt” olduğunu tespit etmesi için BVG’ye (3) başvurdu.
Soruşturma adı altında KPD ve “yan örgütü” iddiasıyla birçok kurum sürekli polis tarafından basıldı, gazete ve dergilerin birçok sayıları yasaklandı, matbaalara karşı davalar açıldı.
17 Ağustos 1956’da Federal Anayasa Mahkemesi (BVG) 1. Senatosu, KPD’ni, 1952 yılında karar altına alınan parti programının ana hedefini gerekçe göstererek yasakladı. KPD programında, Batı ve Doğu Almanya olarak ikiye bölünmüş ülkenin Sosyalist Almanya olarak birleşmesi için mücadele etme hedefine yer veriliyordu. Bu, Batı Almanya Anayasasına aykırıydı!

BABASI KOMÜNİST İSE OĞLU DA ÖYLEDİR !
KPD’ni kapatmak için yapılan soruşturma kasten uzatılıyordu. Gerekçe olarak BVG içindeki ve BVG ile hükümet arasındaki anlaşmazlıklardı(!) Bazı BVG yargıçları söz konusu yasak talebini hukuk devleti ilkelerine aykırı sayıyorlardı.
Diğer tarafta soruşturmanın uzamasına emekçiler arasındaki tepki neden gösteriliyordu. Sadece Hamburg Limanı’nda çalışan işçiler adına BVG’ye 50 bin imzalı bir protesto metni gönderilmişti.
Soruşturmanın önemli bir bölümünün de hukuk devleti ilkelerine aykırı olarak sürdürüldüğü ve özellikle devletin müdahaleleri sonucu bu yasağın gerçekleştiği için de söz konusu belgeler bugün hala “devlet sırrı” olarak gizleniyor. Yazının başında sözü edilen FAZ haberine göre KPD yasağına ilişkin belgeler 2046 yılına kadar gizli kalacak.
Soruşturma ve yargılamaların ne kadar adil olduğu konusunu merak edenler için ilginç bir anekdot: Lüneburg’da KPD üyesi Karl Stiffel’e karşı “KPD yasağını ihlal ederek vatana ihanet etme şüphesi”yle açılan davada savcının elinde delil yoktur. Poliste ifade vermeyen ve mahkemede de sessizliğini koruyan Stiffel’e nefret duyan savcı şöyle der: “Sanığın poliste ifade vermemesi ve şimdi de sessizliğini koruması kimseyi şaşırtmasın, bu onun masum olduğunu değil, suçlu olduğunu kanıtlar. Sanığın babası da komünistti ve 1930’lu yıllarda devlet düşmanı olarak mahkum edildi. Bu olgular mahkemenin kiminle karşı karşıya olduğunu göstermeye yeter.”

(1) Marshall Planı kapsamında birçok ülkede demokrasi hareketlerinin önüne geçildi, halk demokrasileri yıkıldı, ulusal kurtuluş savaşları ile sağlanan bağımsızlıklar yeni bağımlılık ilişkilerine dönüştürüldü. Türkiye’ye ‘Marshall yardımları’ için dayatılan koşullar arasında Köy Enstitüleri’nin kapatılması ve “Beş Yıllık kalkınma Planı” uygulamasından vazgeçilmesi bulunuyordu.
(2) 26 Ocak 1937’de faşistler tarafından yürürlüğe konulan “Deutsche Beamtengesetz“ bu kararnamenin temelini oluşturuyordu. Yasa pratikte devlet memurlarının hükümet partisi gibi düşünmelerini şart koşuyordu.
(3) Anayasanın yürürlüğe konulmasıyla hemen görevine başlaması öngörülen Federal Anayasa Mahkemesi’nin kurulması, atamalarının yapılması 1951 yılı sonbaharına kadar sürdü. 9 Eylül 1951’de ilk kararı almasına rağmen mahkemenin resmi kayıtlardaki açılış günü olarak 28 Eylül 1951 gösteriliyor.

Kaynak: Rote Hilfe e.V. 3-4/1996 ve  3/2006 tarihli dergileri,
10 Eylül 2010 UZ, 28 Ağustos 2010 FAZ

Close