7 OCAK’tan bu yana, tüm siyasi ve basının ünlü entelektüelleri bizi ‘Ulusal Birliğe’ katılma ve ‘Charlie olmaya’ zorluyor ve buna uymayanlar ise dışlanıyor ve ayıplanıyor. Ama eğer saldırı Eric Zemmour** ya da Minute***’e yapılmış olsaydı hepimiz bunlar mı olacaktık ? Bu soruyu tahrik etmek için değil, ‘Hepimiz Charlie’yiz’ söyleminin ardında iki farklı olgunun olduğunu gösterme açısından soruyoruz. Evet bir yandan tartışmasız savunulması gereken basın özgürlüğü, diğer yandan ise katledilen gazeteciler şahsında onların temsil ettikleri şeyleri savunma. Oysa ki basının, okul ya da ailelerin ‘Charlie olmaya’ dayatmaları meselenin bu iki boyutunu ayırt etmiyor ve (…) verimli bir tartışmanın yaşanmasını engelliyor (…).
Charlie Hebdo, bir kısmı 7 Ocak’ta katledilen ünlü tarihsel şahsiyetleriyle, bir kuşağın birliğini, yani ‘60 ve 70’li yıllarda siyasi, dinsel ve cinsel olarak toplumu kilitlemiş her türlü muhafazakarlığa karşı birliğini temsil ediyordu. Cabu, Wolinski, Maris, mutlak özgürlüğe inanıyor (kurtuluşa yani ‘Yasaklamak yasaktır’ – türban hariç ?- şiarını savunuyorlardı) ve her şeyden de öte her türlü iktidara karşı mizah yoluyla eleştiri hakkını savunuyorlardı. Bu yıllarda Charlie gülerek yasakları çiğniyordu ve ‘60, 70 ve 80’li yıllarda doğan bir çok insan bunların özgürleştirici gülüşleri içinde büyüdü. Dolayısıyla kalaşinkoflarla katledilenler aslında, silahları sadece mizah olan babalarımız oldu.
Yalnız bitmez tükenmez din eleştirisini devam ettiren Charlie, aslında yıllardır bir çoğumuzu güldüremez hale gelmişti. Onun için özselleştirilmiş din kendi başına yıkılması gereken esas kötülük olmuştu […]. Kilise aleyhtarlığına karşı mücadelenin devamı olduğuna (çoğu zaman samimice) inananlara hatırlatmak isteriz ki, hareket halinde olan bir ortamdaki (sosyal, ekonomik ve kültürel) nokta da yer değiştirir. ‘70’lerde çoğunluğun dinini temsil eden Papa ve rahiplere karşı mücadele etmek, iktidarın tüm alanlarında etkili olan bir burjuvaziye karşı mücadele etmek anlamına geliyordu. 2000’lerde ise Fransa’nın İslamı’nı hedef tahtasına koymak (ve Müslümanları ise fanatik, kadınları ise türbanlı köle olarak sunmak), azınlıkta olan, iktidarı etkileme konusunda yoksun olan ve çoğunluk olarak da halk kesimlerini etkileyen bir dine karşı mücadele etmektir anlamına geliyor.
Hedef aldıklarımızın yanı sıra kimi güldürdüğümüz sorusu da önemlidir. ‘70’lerde Hara-Kiri ardından ise Charlie Hebdo’nın isyankar gençliği, iktidardakilerin her türlü muhafazakarlıklarına karşı mücadele ederek ezilenler ve mücadele alanları farklı olan gençleri (dışlanmış, ‘68’den sonra feminist mücadeleye atılmış, çevreci gençlik vs…) güldürüyordu. 2000’li yıllarda ise aynı kişiler ağırlıklı olarak orta ve (Parisli) üst sınıfların kültürel cenahını temsil ediyor ve aynı mizahlar ise şehirli emekçi sınıflar mensubu olanların bir kısmını gücendiriyor. (…) Zira, bunların ebeveynlerinin sömürgeci ve işçi hafızaları aşağılanmadır, en fazla işsizlik bunları vuruyor, ‘sol’ uzun yıllardır onları terk etti ve artan bir İslamofobiye maruz kalıyorlar. Var olan düzeni eleştirdiği için rahatlatıcı, azınlıkta olan ve kurtarıcı bir gülmeden yasak olmayan, banliyö ve burada oturanların öfkesinin bir şekilde ifadesi olarak yansıyan Müslümanlığın kör eleştirisinin gülüşüne geçildi. Sınıfsal bir küçümsemenin gülüşümüdür ? En azından halk sınıflarının önemli bir kesimine sırtını dönen bir gülüş olduğu kesindir. (…) Müslümanları körce yaşanan katliamları mahkum etmeleri içim zorlamaktansa, ‘terörizme karşı mücadelenin’ olanaklarını güçlendirmek için kolları sıvamaktansa, hep birlikte daha fazla kültür için, sosyal ve ekonomik bir adalet için mücadele edelim. Ama mutlak gerekli olanı da kesin unutmayalım : mizah yapalım, savaş değil.
Julie PAGIS*
Liberation
(Çeviren : Deniz Uztopal)
