Written by 14:36 uncategorized

Reformasyon – Avrupa’nın dinle hesaplaşması

Türkiyeliler arasında demokrasi ve özgürlükler üzerine kim hangi nedenle konuşursa konuşsun, eninde sonunda laf Avrupa’ya, Avrupa’nın „İslam Alemi“yle büyük farklar taşıdığına gelir. Eğer muhafazakar çevredenseniz, genellikle, bu farklılık size itici gelir; dinsizlik, kutsal değerleri hiçe saymak vb. olarak görünür, hatta “sapıklık, saçmalık” vb. bile diyebilirsiniz…

Yok düşünsel rotanızı „laik“, „Atatürkçü“ vb. olarak tanımlayanlardansanız, onu, erişilmesi gereken ideal bir hedef olarak görür; “ama bizim topraklara pek uğramayan”, “bize birkaç numara büyük gelen” değerler olarak, belki biraz da gıpta ile bakarsınız…

AVRUPALI DİNSEL YASAKLARI NEDEN ANLAYAMIYOR?

Paris’te, İslami değerleri savunmak adına karikatür dergisi Cahrlie Hebdo’nun basılıp yazar çizerlerinin öldürülmesi, hem Avrupa hem de İslam coğrafyası olarak bilinen ülkelerde geniş yankı ve tartışma yarattı. Bu tartışmaların öne çıkan konularından biri de, ‘Hz Muhammed’in karikatürü yapılabilir mi, yoksa bu asla tartışılamaz dinsel bir yasak mıdır?’ veya ‘bu yasağı çiğneyenin cezası ölüm müdür?’ vb. soruları etrafında cereyan etti, ediyor. (*)

Öyle ki tartışmaya Katolik dünyasının ruhani lideri Papa da katılarak, “biri anneme küfrederse yakınım olsa bile, şöyle okkalı bir yumruğu hak eder” deyiverdi!

Papa’nın bu sözü, bugün İslam hakkında süren “yasaklar, hoşgörü, din ve günlük yaşam, din ve siyasi iktidar” gibi konuların aslında ne sadece İslam’a ne de sadece günümüze özgü tartışmalar olmadığı konusunda bir ipucu verdi.

Nitekim Avrupa coğrafyası, dinsel otoriteyle ve dinsel kurallarla toplum arasındaki ilişki konusunda hayli kapsamlı ve zahmetli bir tecrübeye sahip bulunuyor. Dini otoritenin, siyasal ve sosyal yaşamın belirleyeni olmaktan çıkarılmasının üzerinden yüzyıllar geçtiği için de, bugün Avrupalıların ezici çoğunluğu, katı dinsel yasakları, ‘cihad zihniyeti’ni, din adına Paris’teki gibi saldırıları, mantık ve hoşgörü çerçevesi içine koymada zorlanıyor… Zorlanıyor çünkü arkasında, kilisenin siyaset, hukuk, bilim, kültür ve günlük yaşamdaki egemenliğine son verilmesinin 400-500 yıllık bir tarihi bulunuyor.

Güncel tartışmalara farklı bir kapı açabileceği için, biz de bu sayımızda Avrupa’nın reformasyon tarihini ve ‘aydınlanma süreci’ni kısaca bir hatırlayalım istedik.

HIRİSTİYANLIĞIN DÜNYEVİ OTORİTE HALİNE GELİŞİ

Tarihler bundan iki bin yıl öncesini yani Hıristiyan tarihçilere göre „ sıfır noktasını gösterdiği“ sırada, batıdan doğuya kuzeyden güneye dünyanın en güçlü devletlerinden Roma İmparatorluğu hüküm sürmekteydi. Ortadoğu’da ortaya çıksa da asıl yaygınlaşma alanı, merkezi Avrupa olan Roma İmparatorluğu sınırları içinde olan Hıristiyanlık, önce bu iktidara rağmen sonrasında ise bu iktidar sayesinde güçlendi. Günümüzde en yaygın din (iki milyar inanı olduğu ifade edilse de, Avrupa ülkelerinde bir dine inanmayanların da biçimsel olarak bu sayıya dahil edildiği unutulmamalı) konumundaki Hıristiyanlık, doğuşundan yaklaşık bin yıl sonra, sadece bir din olmaktan çıkıp Avrupa coğrafyasının egemen siyasi otoritesi halini almıştı. Roma İmparatorluğu’nun 476 yılında çöküşüyle, Güney ve Doğu Avrupa Bizans iktidarı (Doğu Roma İmparatorluğu) olarak biçimlenirken, merkez Avrupa’da, küçük devlet ve prenslikler hakim olmaya başladı. Ama Hıristiyanlık, Papalık aracılığıyla merkezi bir otorite olarak giderek güç ve otorite biriktirdi ve siyasal iktidarın başlıca ortağı oldu. Dinsel otoritenin bu hakimiyet süreci sadece siyasi iktidarı ilgilendirmiyordu; toplumun günlük hayatını da kapsayan, üretimden mülkiyete, eğitimden kültüre toplumsal yaşamın giderek her ayrıntısına damgasını vuran bir kurallar zinciri örüyordu.

Yani, tek tanrılı dinlerin ortak özelliği gereği kendini sadece ruhani işlerle, öbür dünya hazırlığıyla sınırlamıyor, giderek artan biçimde bu dünyanın işlerine karışmaya, toplumsal yaşamı yönetmeye soyunuyordu. Vergi almaktan, eğitimi yönetmeye, adalet ve hukuku kendi kurallarına dayandırmaya, kimin prens olacağını belirlemekten hangi davranışın ahlaklı olduğunu belirlemeye, hatta dünyanın yuvarlak mı düz mü olduğuna dair bilimsel sorulara verilecek yanıtların tekelini almaya yöneliyordu…

Bu ise, siyasi iktidarın ikili bir karakter taşıması; yani, bir yanda soylular sınıfının bir yanda da kilise ve papalığın, halkın tepesine binmesi anlamına geliyordu. Ve dünyevi işlere bu denli meyledip otorite haline gelen kilise, hem halkın hem de soylular sınıfının tepkisine neden olmaktaydı. Bu yüzden papalıkla krallık ve prenslikler arasında bir iktidarın kimde olacağına dair irili ufaklı çekişmeler, çatışmalar ve yeri geldiğinde savaşlar yaşanıyordu.

TARİHSEL İLERLEME İHTİYACININ ÜRÜNÜ OLARAK DİNDE REFORMASYON

Sonuçta papalık ve kilisenin dünyevi bir güç olarak büyüdükçe büyüdüğü bu dönem, Avrupa’nın Ortaçağ Karanlık Dönemi olarak adlandırılacaktı. 1400’lü 1500’lü yıllara gelindiğinde karanlık en koyu noktasına, kilise gücünün zirvesine ulaşmış ama yoğun sömürü ve baskı altındaki köylüler de artık patlama evresine gelmişlerdir. Bir yandan feodal beylerin, prenslerin, krallıkların bir yandan da kilise ve dini otoritenin boyunduruğu altındaki köylüler, örneğin  Almanya’da Thomas Münzer önderliğindeki isyanlar gibi kaynamaya başlarlar.

Dahası ve en önemlisi yeni bir ekonomik düzenin ayak sesleri gelmekte, kapitalizm doğmaktadır. Gelişen sanayi ile birlikte feodal otoritenin ve kilisenin malı statüsündeki köylülerin yerini yavaş yavaş işçi sınıfı alırken, siyasi iktidara ve toplumu yönetmeye aday yeni bir sınıf olarak burjuvazi denilen sermaye sahipleri tarih sahnesine çıkmaktadır.

Ekonomik altyapısı değişip sarsılmaya başlayan Avrupa’nın hukuktan, eğitime, dinden ahlaka, bilimden kültüre hakim değer ve kuralları için tehlike çanları çalmaktadır yani.

İşte tam da bu sıralar, tarihler 1500’lü yılların başını gösterdiğinde Almanya’da, Martin Luther adlı bir din adamı, altı bu şeklide oyulmuş, çürümüş Katolik kilisesinin otoritesini derinden sarsacak bir harekete öncülük eder.

Tesadüfe bakın ki, Luther’in başlattığı hareket, bugün sadece Almanya’da değil, bütün Avrupa ve Türkiye’de de tartışma konusu olan PEGIDA adlı, ırkçı hareketin ‘merkezi’ olarak adını duyuran Dresden’e yaklaşık 150 km mesafedeki Wittenberg şehri olur.

(Devamı gelecek sayıda)

 

(*) Paris saldırısını bu tartışmaya indirgemek doğru değil elbette. Çünkü, Paris saldırı dinler, kültürler arasındaki savaşın bir sonucu değil; öncesi bir yana, son 10-15 yıldır Ortadoğu ve Avrupa’da yaşanan ekonomik, siyasi, askeri boyuttaki çatışma ve gerilimlerin oluşturduğu atmosferin bir ürünüdür. Ama gerek Avrupalı emperyalistler gerekse El Kaide, IŞİD gibi cihatçı radikaller bu çatışmaya dinsel bir elbise geçirme derdinde oldukları; dini ve etnik kimlikler üzerinden kutuplaştırma politikası izledikleri için geniş toplumsal kesimler içindeki algısı farklı olabilmekte.

Close