Christoph Butterwegge / Telepolis
Yeni federal hükümetin programı, personeli ve projeleri ülkedeki sosyal adalet için pek bir şey ifade etmiyor. Medyanın koalisyon anlaşmasında “sosyal demokrat imzası” izlenimine rağmen, neoliberal zeitgeist nüfuz etmiş durumda.
“Rekabetçilik”, Hristiyan Birlik Partileri CDU, CSU ve sosyal demokrat SPD arasındaki koalisyon anlaşmasındaki anahtar kelime. “Dijital altyapı” başlığı altında, SPD Lideri Lars Klingbeil tarafından başlatılan “Almanya’ya sorumluluk” buna uygun bir şey söylüyor: “Devletten önce pazar’ geçerlidir.”
Neoliberal konum mantığı, askeri sektördeki caydırma mantığına benzer. Birçok kişi her iki kavramı da alternatifsiz ve tutarlı olarak görüyor. Ancak caydırıcılık bir silahlanma yarışına yol açtığı gibi, rekabete olan saplantı da bir vergi yarışına yol açıyor ve en uç durumlarda devletler işverenlere eylemde bulunmaları için ödeme bile yapıyor.
Neoliberal anlatı mantıklı değil çünkü başkalarından bir şeyler kapmayı amaçlıyor. Ancak siyaset herkese fayda sağlamalı ve kimseye zarar vermemeli. Özellikle Almanya’nın sanayisinin ihracat odaklı yapısı göz önüne alındığında, ABD Başkanı Donald Trump’ın düzensiz dış ticaret politikasına (Koruyucu tarifelerin kısaca gümrük yaptırımlarının uygulanması ve geri çekilmesi) iç satın alma gücünü güçlendirerek yanıt vermek daha mantıklı olacaktır.
Olumlu şeyler vadeden pasajlarda bile, metin iktidar partileri ile vatandaşlar arasında tamamen araçsal bir ilişki ortaya koyuyor: “Bu hassas durumda istemeden hamile kalan kadınlara, doğmamış çocuğu mümkün olan en iyi şekilde korumak için kapsamlı destek sağlamak istiyoruz.” Yani etkilenen kadınlar uğruna değil! Tüketiciler için mantıklı bir şey planlandığında bile, bu şirketler düşünülerek yapılıyor: CDU, CSU ve SPD, “Şirketlerin maliyet katkılarını azaltmak için” Seyahat Garanti Fonu aracılığıyla paket turlar için iflas korumasını daha da geliştirmek istiyor. Yani mahsur kalan gezginleri tazminat kaybetmekten korumak için değil!
Ülkemizin dağıtım politikasının temel sorunu, orta sınıfa doğru ilerleyen yoksulluk ve aynı anda birkaç (girişimci) ailede artan servet yoğunlaşması, koalisyon anlaşmasında neredeyse hiç dikkate alınmıyor. “Faydalar” terimi 113 kez kullanılırken, “yoksulluk” kelimesi yalnızca yedi kez ve yalnızca çocuklar, engelliler, Avrupa ve Küresel Güney (gelişmekte olan ülkeler) ile ilgili olarak geçiyor.
“Zenginlik” kelimesi yalnızca iki kez geçiyor, yani ülkemizin “kültürel zenginliği” olarak ve 2025 yılı sonuna kadar yayımlanması beklenen ‘yoksulluk ve zenginlik raporu’nda. “eşitsizlik” üç kez geçiyor ve yalnızca Avrupa ve Küresel Güney ile ilgili olarak. Eğer bu hükümetin en önemli belgesine inanırsanız, bu ülkede zengin ve fakir arasında büyüyen bir uçurum hiç yok.
Beşinci CDU/CSU/SPD koalisyonunun sorunlu temel yönelimi federal kabinenin personel kompozisyonuna da yansıyor: CDU Başkanı Friedrich Merz, ekonomik, enerji ve dijital politikanın, önceki mesleki deneyimleri nedeniyle ortak iyilikten ziyade sermaye sahiplerinin kâr çıkarlarıyla ilgilenen iki işletme menajeri tarafından yönetilmesine izin veriyor.
Sağ eğilimli bir medya girişimcisi, yayıncı ve tanıtımcı olan Wolfram Weimer, medya politikasından sorumlu. Tüm bu atamalar, bakanların topluma ve tüm üyelerine hizmet etmek için yalnızca sorumluluk alanlarında faaliyet gösteren şirketlerin çıkarlarını mümkün olduğunca profesyonel bir şekilde temsil etmeleri gerektiği şeklindeki yanlış doktrinin bir ifadesidir.
SPD’nin kabine üyelerinin CDU ve CSU bakanlarının pozisyonlarına karşı ilerici bir denge oluşturmasını bekleyen herkes hayal kırıklığına uğrayacaktır. Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı Lars Klingbeil, hiçbir mesleki uzmanlığa sahip değil ve Sosyal Demokrat Partinin sağ kanadında Seeheimer Çevresi’ni temsil ediyor. Bundeswehr’in (Alman Silahlı Kuvvetleri) büyük bir hayranı ve koalisyon anlaşmasının teknokrat dilinden sorumlu…
Altyapı yatırımları için ayrılan 500 milyar avroluk özel fonun nereye gideceği belirsizliğini koruyor. Bu paranın, örneğin, CDU, CSU ve SPD arasındaki koalisyon anlaşmasında ileri bir tarihte duyurulan zorunlu askerliğin yeniden getirilmesi tasarısını en kısa sürede hayata geçirmek için hastaneleri savaşa hazırlamak ve kreşler yerine kışlalar inşa etmek için kullanılacağından endişe ediliyor.
28 Ekim 1969’da ilk hükümet bildirisiyle dönemin Başbakanı Willy Brandt (SPD) Batı Alman gençliğini heyecanlandırdı. “Daha fazla demokrasiye cesaret edeceğine” ve iç reform politikası izleyeceğine söz verdi. Mevcut Başbakan Friedrich Merz, Brandt’a dilsel bir gönderme yaparak ve politik olarak ondan farklılaşarak, programatik kitabına “Daha Fazla Kapitalizme Cesaret Et” adını verdi ve Almanya’daki genç erkeklere yalnızca kademeli bir askerlik hizmetine dönüş önerdi.
Diğer açılardan da, bu CDU/CSU SPD hükümeti halkın çıkarlarını gözetmeyen bir hükümettir.
Önceki hükümet tarafından vatandaşlık parası reformuyla ilişkilendirilen iş arayanlar için az sayıdaki iyileştirme ve rahatlama tedbirinin çoğu kaldırılıyor. İş birliği yükümlülükleri ve yaptırımlar “destek ve talep ilkesi doğrultusunda” tekrar sıkılaştırılacak: “Çalışabilen ve makul işi tekrar tekrar reddeden kişiler için yardımlar tamamen geri çekilecek.”
Aynısı konut maliyetleri için bekleme süresi için de geçerlidir: İş merkezi iş arayanların kira veya ısıtma maliyetlerini “orantısız şekilde yüksek” olarak değerlendirirse, bu maliyetler için bekleme süresi kaldırılacak.
Daha önce yoksulluktan hiç korkmamış olan birçok orta sınıf üyesi bile, Ukrayna’daki savaş, ardından gelen enerji fiyatlarındaki patlama ve enflasyon nedeniyle her kuruşu değerlendirmek zorunda kaldı. CDU ve CSU’nun artık bu düzenlemeleri gerekli görmemesi daha da anlaşılmaz.
CDU, CSU ve SPD arasındaki koalisyon anlaşmasındaki mali faydalar ve ekonomiye yönelik rahatlamalar (Bir “Almanya Fonu”nun oluşturulması, restoran endüstrisi için KDV’nin düşürülmesi, zorunlu makbuz gereksiniminin kaldırılması, elektrikli şirket arabaları için vergi teşvikleri için brüt maaş sınırının 100 bin avroya yükseltilmesi ve çok daha fazlası) listesi sonsuz olsa da, sosyal açıdan dezavantajlı olanlar, işsizler ve yoksullar için buna karşılık gelen yukarı doğru hareketlilik sinyalleri aramak boşunadır.
Son yoksulluk raporunun da belirttiği gibi, Alman sosyal yardım sistemi gelir yoksulluğuna karşı giderek daha az koruma sağladığı için, refah devletinin acilen genişletilmesi ve tekrar yoksulluk geçirmez hale getirilmesi gerekiyor.
Ancak yeni hükümetin şirketler için planlanan “süper amortisman” ve kurum vergilerinin azaltılması gibi önlemlerinin yanı sıra, daha sert yaptırımlar, bekleme sürelerinin kaldırılması ve vatandaş parası (sosyal yardım) alanlara sert yaptırımlar gibi önlemler nedeniyle zengin ile fakir arasındaki uçurumun daha da açılacağı görülüyor.
Çeviren: Semra Çelik