Written by 15:42 Allgemein

2011 üzerine yapılan hesaplar…

Son 80 yılın en derin krizi yaşanmış olmasına ve bugün faturası işçi ve emekçilere çıkartılmasına karşın Almanya’da işçi hareketi sermayenin saldırılarını püskürtmede yetersiz kaldı.
Oysa yapılan birçok kamuoyu yoklamalarında geniş emekçi kitleleri arasında kapitalizme karşı tepkinin arttığını ortaya koyuyordu. 2010 yılının başında Emnid Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmada, halkın yüzde 90’ı “ekonomik krizin nedeni olarak finans sektörünün sorumlularını” gösterirken yüzde 70’i aynı zamanda “asıl sorunun kapitalist sistemde olduğunu ve piyasanın kendi sorunlarını tek başına çözebileceğine inanmadığını” ifade ediyordu. Buna rağmen tepkinin harekete dönüşmemesi bazı kesimlerde şaşkınlığa yol açarken bazı kesimlerde ‘sınıfa küsme’ eğilimine neden oldu. Ne var ki sınıfa ‘dudak bükmek’ yerine sınıfın içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışma ve bunun üzerinden çalışmayı yeniden örgütlemek gerekiyor.

HAFİF VE KIRILGAN BİR CANLANMAYA BAĞLANAN UMUTLAR
Önümüzdeki yıllardaki ekonomik gelişmelerin nasıl olacağından bir yana bugün Alman sermayesi açısından krizin önemli ölçüde birkaç sıyrıkla atlatılmış gibi göründüğünü söylemek mümkün. Bu, bankaları kurtarma paketinin ardından yürürlüğe konulan konjonktür paketleri, kısa çalışma uygulamasının altı aydan 24 aya çıkartılmasıyla sağlandı.
Bugün ise Alman ekonomisi 2010 yılını yüzde 3,5 büyüme ile kapamaya hazırlanıyor. Her ne kadar 2009 yılında yaşanan ekonomik çöküşün yüzde 4,7 olduğu ve bugün hala kriz öncesinin üretim düzeyine erişilmediği gerçeği ortadaysa da Avrupa genelinde bu kadar hızlı büyüyen başka bir ülke olmadığını da görmek gerekiyor.  2011 ve 2012 yılları için yapılan olumlu tahminler (1,8 ve 1,6), dünya piyasalarında yaşanan olumlu gelişmenin devam edeceği ve Almanya’daki üretilen mallara yönelik talebin artacağı üzerine kurulu olması gerçekte bu tahminlerin ne kadar hafif ve kırılgan olduğunu da ortaya koymakta.
Bütün otomobil fabrikalarında günlük fazla mesailerin yanı sıra cumartesi günleri normal işgününe dönüştürülmeye çalışılıyor. Volkswagen tekeli üretimi artırmak için yeni bir vardiya sistemini yürürlüğe koymaya çalışıyor. Alman makine sanayisinde 2012 yılı için siparişler alınıyor. Kimya sanayisi ülke için ve dışı yatırımlarla rakiplerine adeta meydan okuyor.
Fakat krizin üretim sektörlerine yansımasıyla birlikte bütün sektörlerde ortaya çıkan aşırı üretim/fazla kapasite sorununun da atlatılmadığı, piyasanın arınmadığı ve gerçekte bütün sorunların yeni bir dibe vuruşa kadar şimdilik ertelendiği gerçeği de biliniyor.
Krizin ilk şokunu atlattıktan sonra, “bu krizden güçlenerek çıkacağız” mesajını veren Alman sermayesi sahip olduğu bütün olanaklarını kullanarak işçi ve emekçilere, kendisiyle birlikte hareket ettiği ölçüde, onun da bu gelişmeden faydalanacağını propaganda ediyor ve yedeklemeye çalışıyor.
En son olarak AB Zirvesi’nde Almanya’nın dayatmasıyla karar altına alınan “sürekli anti-kriz mekanizması” yukarıda belirtilen “hafif ve kırılgan bir ekonomik canlanmayla” karşı karşıya olunduğunu gösterdiği gibi aynı zamanda “tasarruf ve istikrar önlemleri” adı altında işçi ve emekçilere yönelik saldırıların da sürekli hale geleceği anlamına gelmektedir.

SENDİKALARIN ROLÜ
Krizin başlamasıyla birlikte bütün burjuva politikacılar olduğu gibi sendika başkanları da mali sermeye alanındaki spekülatörleri, “aç gözlü ve beceriksiz menajerler” olarak sözde eleştirmeye başladılar. Buna göre üretim alanında (ve burada da özellikle orta ölçekli firmalar öne çıkartılarak) her şey yolundaydı! Aşırı üretim/fazla kapasite, üretim alanından elde edilen kârların spekülatif sermayeye dönüştürülmesi gündeme bile gelmiyordu.
Bütün bunlar kamuoyunda tartışılırken hükümet arka tarafta mali sermaye temsilcileriyle çoktan masaya oturmuş ve kurtarma paketinin hacmi üzerine pazarlık yapıyordu. Kurtarma paketinin 480 milyar Euro olacağı açıklandıktan sonra sendika yönetimleri, “üretim sektörü içinde kurtarma paketi hazırlansın, işçilerin de kurtarma şemsiyesine ihtiyacı var” diye bir yanda “işçiler için mücadele ediyoruz” imajını yaratmaya çalışırken diğer yanda “iyi kapitalist – kötü kapitalist” olabileceği yanılsaması yol açıyorlardı. Buna göre bankacılar “kötü”, üretim alanında faaliyet gösteren kapitalistler “iyiydi”.
Sendikalar, işveren örgütleriyle yaptıkları ortak açıklamalarla, “birlikte hareket edersek hepimiz kazanırız” propagandasını sürdürüyorlardı. 1990’ların ikinci yarısından itibaren sendika merkezlerinin resmi politikası haline gelen, “Almanya’nın üretim merkezi olarak korunması” politikası kriz döneminde çok daha fazla propaganda ediliyordu. IG Metall Başkanı Berthold Huber, hurda ikramiyesi fikrini kendisinin bizzat Başbakan Merkel’e önerdiğini, kısa çalışma uygulamasının 24 aya çıkartılması fikrinin de sendikalar ait olduğuna dikkat çekerken, “toplu sözleşmelerle haftalık çalışma sürelerini 26 saate kadar düşürülmesine zemin hazırlayarak üretimin esnekleşmesine büyük katkı sunduk. Bütün bunlar Alman ekonomisinin önümüzdeki yıllarda rekabet gücünü artıracak ve işyerlerinin korunmasını sağlayacak önlemlerdir” diye göğsünü geriyor.
Sermaye ve hükümetinin ciddi bir hamlesi “Gelecek Zirvesi” adı altında 18 Haziran günü atıldı. “Yuvarlak masanın” bir tarafında Alman sermayesinin önde gelen örgütleri BDA, BDI, DIHK ve ZDH’nın yanı sıra hükümet temsilcileri yerlerini alırlarken diğer tarafında DGB, IG Metall, ver.di ve IG BCE ile Almanya’nın en büyük işçi örgütleri bulunuyorlardı. Yaklaşık 3,5 saat süren toplantının ardından konuşan Başbakan Merkel, toplantıda “günlük ve kısa vadeli konuların ele alınmadığını, tasarruf paketinin gündeme gelmediğini” söyledi. Merkel, “Almanya’nın önümüzdeki on yıllık dilimlerde olumlu gelişme sağlayabilmesi ve rekabet gücünün geliştirilmesi için nelerin yapılabileceği üzerine konuşuldu” dedi. Merkel’in sözlerini doğrulayan DGB Başkanı M. Sommer, “Bu toplantıda küçük sorunlar değil ülkenin geleceği üzerine duruldu. Hiç kimse kendi özel taleplerini gündeme getirmeye çalışmadı” dedi! Bu sözler sendika bürokrasisinin geldiği noktayı gösterdiği gibi önümüzdeki dönem saldırıların da (Hartz I-IV yasalarında ve “Ajanda 2010¨ da olduğu gibi) sendikaların onayı ile gerçekleşeceğini göstermekte.

İÇ VE DIŞ POLİTİKA SERTLEŞİYOR
Diğer yanda sermaye ve hükümetinin uzun yıllardır sürdürdüğü ve kriz döneminde dozunu artırdığı sınıfı bölme politikalarını görmek gerekiyor.
2003-2005 yıllarında yürürlüğe giren Hartz Yasaları sayesinde işçi sınıfı içinde alt katmanların büyümesi sağlandı. 1990’ların sonuna kadar “sınıfın sınırlı bir bölümünü” etkilediği düşünülen kiralık işçilik, kısmi çalışma vs. vb. güvencesiz işlerde bugün 7,7 milyon emekçi çalışmakta. Bir milyon civarında emekçi tam gün çalışmalarına karşın geçinememekteler ve ek olarak Hartz IV yardımı almak zorundalar. 4 milyon civarında işsiz emekçi Hartz IV yardımı ve mini işlerle yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Bütün bu uygulamalar henüz işini kaybetmemiş, tam gün ve tam ücretle çalışan yaklaşık 23 milyon emekçiyi, bu duruma düşmemek için her türlü tavizi vermeye hazır hale getirdiği gibi aynı zamanda sınıfın alt tabakalarına karşı tahammülsüzlüğün artmasına ve sınıf dayanışmasının yok olmasına neden oluyor.
Diğer yanda Alman sermayesinin ilan edilmiş hedefi “krizden güçlenerek çıkmakla” sınırlı değil. Daha ABD’de ilk bankalar batarken Almanya’da sermaye ve politikacıları, “ABD’nin hegemonyasının sona erdiğini” söyleyip, kriz sonrası emperyalistler güçler arasında Almanya’nın bugüne kadar olandan farklı rol oynayacağını açıktan ilan etmişlerdi.
Bu ise içte ekonomik ve siyasal saldırıların artmasına, hammadde ve enerji sevkıyatını olduğu gibi ve ticaret yollarını da güvenceye almak için dış politikanın giderek askerileşmesini beraberinde getirmekte.
Her ne kadar “cephe gerisi” sakin görünse de Alman sermayesi “ihtiyati tedbir” olarak “iç güvenlik” gerekçelerini ileri sürerek geniş emekçi kitleleri üzerindeki denetimini artırmakta, başta grev ve gösteri olmak üzere birçok haklarını kısıtlama yönünde ciddi adımlar atmış buluyor.

SINIFIN MÜCADELESİNİN GÜÇLENMESİ İÇİN
Sınıfın ileri güçleri başta yıllardır propagandası yapılan “Almanya’nın üretim merkezi olarak korunması” politikasına karşı olduğu gibi sendika bürokrasisinin genel işbirlikçi politikalarına karşı mücadeleyi şimdiye kadar olduğundan daha açık ve net tutum alarak sürdürmek zorundadır.
“Sınıf dayanışmasını” ulusal ve uluslararası alanda bir söylem olmaktan çıkarıp somut politikaya dönüştürmek için bütün olanaklar değerlendirilmelidir. Buda işçilerin kapitalist rekabette hiçbir koşulda yer almayacakları, 67’de emeklilik, fazla mesailere ve iş yoğunluğunun artmasına karşı verilen mücadelenin (işsizlerle birlikte) işsizliğe karşı ve çalışma sürelerinin kısaltılması mücadelesiyle birleştirilerek bir anlam kazanacağı anlamına gelmektedir.
Sermayenin, işçi sınıfını işçi-işsiz, yerli-göçmen, genç-yaşlı gibi bölme çabalarına karşı sınıfın birliğini savunmak, sınıf mücadelesinde daha kararlı yer alarak ve üzerimize düşeni yaparak bir söylem olmaktan çıkacaktır. Ancak bu şekilde ve bunların atılacak ilk adımlar olduğu unutulmadan sermayenin hesaplarını boşa çıkartabiliriz.

SERDAR DERVENTLİ

Close