Written by 13:08 uncategorized

Almanya’nın islam’la dansı

islam684

Dönemin Federal İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble, dört yıl önce ülke tarihinde ilk kez bir “İslam Konferansı”nın toplanacağını ilan ettiğinde, bu durum başta Müslüman kurum ve kuruluşlar olmak üzere ülke genelinde “bir heyecan” yaratmıştı. Pek çok kesim ve çevre, Almanya’da resmi makamların, “3.5 milyon Müslüman’ı muhatap aldığını” ve ilk adımı attığını belirtip girişimi selamlamıştı.
İslami örgütler, uzun yıllar sürdürdükleri çabalarının sonuç verdiğini dile getirmiş ve toplantıya davet edilen kuruluşlar davete adeta koşarak katılmışlardı. Gerçi, ilk konferans, Hz. Muhammed’i konu alan bir tiyatro oyununun Berlin’de sahnelenmesi nedeniyle tartışmalara yol açmış ve Schäuble de, İslami kurum temsilcilerini sanata karşı hoş görülü olmaya ve bu tartışmalı oyunu izlemeye davet etmişti. Ancak bu davete temsilcilerin bir bölümü katılmıştı.

UYUM VE İSLAM ZİRVELERİ
Hemen belirtmek gerekiyor ki, ilk İslam Zirvesi, Başbakan Angela Merkel’in davetiyle düzenlenen ilk Uyum Zirvesi’nden sonra gerçekleştirilmişti. 2005’teki genel seçimlerden sonra kurulan CDU/CSU-SPD “büyük koalisyon” hükümeti döneminde, hem de Hıristiyan Demokrat bakanların öncülüğünde uyum ve İslam zirvelerinin yapılması, tabuların yıkılarak normalleşme sürecinin başlangıcı olarak görülmüştü.
Halbuki her iki toplantının düzenlenmesinin arkasında siyasi hesaplar ve kimi planlar bulunuyordu.
Uyum Zirvesi’nden kısa bir süre önce Federal İstatistik Dairesi, ülkede 15 milyondan fazla göçmen kökenli insanın yaşadığını açıklamış ve matematiksel olarak da Almanya’yı “göç ülkesi” ilan etmişti. Yani, hayatın gerçeklerine yıllarca direnen Hıristiyan Demokratlar artık sözde de olsa, Almanya’nın bir “göç ülkesi” olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda kalmış ve bu kabulün bir göstergesi olarak da sözkonusu zirveleri gerçekleştirmişti.
Ancak, hükümet, göç ülkesi olmanın gereklerini yerine getirme konusunda ayak diremeye devam ettiği gibi, göçmenlerin yaşamını daha da zorlaştıracak yeni uygulamaları gündeme getirmeye girişti. Yani göçmenleri sorunlu bir kesim olarak görme ve bu sorunu iç politika malzemesi olarak değerlendirme zihniyeti değişmedi.
İslam Konferansı, uyumla bağlantılı olmakla birlikte başından beri bir “güvenlik zirvesi” olarak ele alındı ve bu kapsamda bir “Alman/Euro İslam” modelinin hazırlığı olarak görüldü.
Çünkü, 11 Eylül saldırısından sonra genel olarak Müslüman ülkelerden gelen göçmenlere potansiyel tehlike muamelesi yapıldı. Bu tehlikeyi sıcak tutmak üzere, göçmenleri sosyal özelliklerinden soyutlayarak dini kökenleriyle tarif etme-gündeme getirme tutumu öne çıktı. Yılların “misafir işçisi”, artık “Müslüman göçmenler” olarak topluma sunulmaya başlandı!
Bu yönüyle zirveler, göçmenlerin ihtiyaçları, yerli ve göçmen halk arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi vb. zeminine oturmaktan ziyade, son yıllardaki bu dini hassasiyetleri kaşıma politikasının bir adımı olarak gündeme geldi.
Sorunlu bir alana çekidüzen verilmesi gerekçesiyle atılan bu adımlar çerçevesinde, İslam dinine mensup kişi ve kuruluşlara hangi sınırlar ve standartlar dahilinde hareket edecekleri gösterilmeye çalışılırken; İslam ve radikal İslamcı hareketler arasına da kalın bir çizgi çekilmesi hedefleniyor.
Bu kapsamda devletin muhatap alacağı kurumlar yaratılması, devlet okullarında İslam Din Dersi’nin kim tarafından, nasıl verileceğinin netleştirilmesi gibi konular konferansın başlıca gündemleri arasında yer aldı ve halen de almaya devam ediyor.
Schäuble başkanlığında toplanan ve 15’i İslam/Müslüman ülkelerden gelen, 15’i de Alman makamlarından olmak üzere toplam 30 davetlinin katıldığı toplantılarda şu ana kadar somut sonuçlar çıkmış değil. Yoğun tartışmalar yürütüldü ve kısa dönem içinde sonuçlar çıkacak gibi de görünmüyor.

2. İSLAM KONFERANSI: SONUÇ ALMA DÖNEMİ Mİ?
Dört yıl içinde bir arpa boyu yol kat etmeyen İslam Konferansı, İçişleri Bakanlığı koltuğuna Thomas de Maiziere’nin oturmasıyla “ikinci dönem”ine adımını atmış oldu. 17 Mayıs’ta bir araya gelecek İslam Konferansı öncesinde katılımcılar yeni bakan tarafından yeniden tekrar dizayn edildi.
Müslüman ülkelerden gelen göçmenlere karşı önyargıları körüklemeye çalışan Hıristiyan Demokratlar tarafından referans kabul edilen akademisyen Necla Kelek ve avukat Seyran Ateş, kamuoyunda oluşan tepki nedeniyle konferansa davet edilmediler. Ancak bakanın özel danışmanları olarak ‘görevlerine’ devam edecekler. Ayrıca, düzenlenecek bir uyum yarışmasının jürisinde yer alacaklar.
Yeni dizaynda en çok tartışma ise Almanya İslam Konseyi’nin üyelikten çıkarılması hakkında oldu. Başta İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG) olmak üzere bu çizgiyi savunan pek çok örgütün üyesi olduğu İslam Konseyi’nin üyelikten çıkarılmasına, Milli Görüş hakkında devam etmekte olan kara para soruşturması gösterildi.
Bu karar aynı zamanda devletin kendisine bir İslami muhatap yaratmak için kurdurduğu Almanya Müslümanları Koordinasyon Konseyi’ni (KRM) bu yapısıyla muhatap almayacağı anlamına geliyor.
Konseyin diğer üyeleri Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB), İslam Kültür Merkezleri (VIKZ) ve Almanya Müslümanları Merkez Konseyi (ZMD) bu karara tepki gösteriyorlar.

ÇÜRÜK ELMALAR
Devletin kendi eliyle kurduğu bir muhatabı, “güvenilmez, kara paracı” olarak tanımlayarak dağıtmayı göze alması, aynı zamanda daha başta “çürük elmalar” ile yola çıkıldığı anlamına da geliyor. Çünkü, “bir muhatap” yaratmak için bir araya getirilenlerin tümü bugün Milli Görüş’ün başına gelenlerle karşı karşıya gelebilir. Örneğin VIKZ hakkında da daha önce benzer şekilde büyük bir kara para operasyonu yapılmış ve yöneticileri cezaevine atılmıştı. Keza, DİTİB’in sivil bir örgüt olmadığı, doğrudan Ankara tarafından yönetildiği de sır değil.
İslam Konferansı için belirlenen katılımcılar, Katolikler, Protestanlar ve Museviler gibi Müslümanlar ile devlet arasında ilişkiyi kuran bir örgütün kurulması yönünde girişimin, kısmen askıya alındığının işareti sayılabilir. İslam Din Dersi’nin okutulması, imamların yetiştirilmesi gibi önemli konuların, ideolojik ve politik olarak kendi kontrolünde olmayan bir kuruma havale edilmeyeceği, devletin tek tek kuruluşlarla sürdüreceği ilişkiler içinde çözüleceği görülüyor.
Bir muhatap olarak ortaya çıkarılmak istenen KRM’in İslam Konferansı sürecinde zayıflatılması, parçalanması, bileşenlerinin tek tek muhatap alınması şimdiki dönemin öne çıkan planı olarak görülüyor. Bu kurumlar arasında ise, belli kuşkular olmasına rağmen, Türk hükümetinin ‘yarı resmi’ uzantısı DİTİB ağırlık kazanıyor. Bazı eyaletlerde İslam Din Dersi’nin DİTİB’e verilmesi ve DİTİB’in Almanya’da imam yetiştirmek için girişimlerde bulunması da bunun bir işareti.
Dolayısıyla, devletin tıpkı Katolikler, Protestanlar ve Museviler’de olduğu gibi Müslümanlarda da kendisine bir muhatap yaratma isteğinin, en azından şimdilik ertelendiği anlaşılıyor.
Sözü geçen İslami kuruluşlar açısından bakıldığında ise, Alman hükümetinin yeni tutumu karşısında nasıl bir reaksiyon gösterileceği henüz netleşmiş değil. Ancak, aralarındaki rekabet ve çıkar çelişkilerini belli sınırlarda tutan ve belli konularda uzlaşarak ortak hareket eden bu kuruluşların, Alman hükümetinin son girişimleri üzerine, din dersleri verme yetkisi, imam yetiştirme, Müslümanları temsil vb. konularda ön plana geçme çabalarının artacağı açıktır. Vatandaşın dini duygu ve değerlerini adeta bir pazar olarak gören kuruluşlar arasındaki bu rekabet daha da kızışacak gibi.
Diğer taraftan, artık “laf değil icraat zamanı” diyen Alman hükümeti, kısa zamanda elle tutulur sonuçlara ulaşmayı arzu etse de işi kolay olmayacak görünüyor.

YÜCEL ÖZDEMİR

Almanya’da din ve devlet ilişkisi

Almanya’da din ile devlet arasındaki ilişki, klasik anlamda laikliğin bulunduğu ülkelerdeki örneğin Fransa’da olduğu gibi değil. Resmi olarak devlete ait kiliseler, havralar ve camiler yok. Devlet ile kiliseler arasındaki ilişkilerin bugünkü hali, asıl olarak 1919’da kurulan Weimar Cumhuriyeti döneminde yapılan düzenlemelere dayanıyor. Klasik anlamda bir laikliği öngörmeyen Weimar Cumhuriyeti Anayasası, devletin din karşısında tarafsız olmasını, inançlara özgürlük tanımasını ve bu inançların kendi kaderlerini belirleme hakkını içeriyordu.
Devlet tarafından konulan “Kilise Vergisi” üzerinden finanse edilen Katolik ve Protestan kiliseleri kendi cemaatlerinin çıkarları konusunda devletin bir muhatabı durumunda bulunuyorlar. Almanya’da Katolik ve Protestan konferanslarının yanı sıra Museviler Cemaati de devlet tarafından resmi olarak tanınıyor. Bu kurumlar devlet karşısında özerk bir yapıda bulunurken, din dersi eğitimi başta olmak üzere sözde “tarafsız” olan devlete karşı sorumluluklarını yerine getiriyorlar.
İslami örgütler uzun yıllardır, Anayasa gereğince Hıristiyanlar ve Musevilere tanınan statünün kendilerine de tanınmasını istiyor. Bu yönde ilk olarak Berlin’de İslam Cemaati’ne kamu okullarında din dersi okutma yetkisi verilmişti. Ancak, Almanya bir bütün olarak İslam’ı diğer dinlerle aynı kategoriye koyma, eşit tutma ve Müslümanların temsilcisi olduğunu ileri süren kurum ya da kurumları Hıristiyan ve Musevilerle eşit görmeye yanaşmıyor. Bunun gerekçesi olarak ise, İslamiyet’te diğer dinlerde olduğu gibi hiyerarşik bir kurumlaşma bulunmaması gösteriliyor.

Close