Written by 12:01 HABERLER

Barış için savaşmak…

Dünya Barış Günü’nü kutlamaya hazırlandığımız bugünlerde, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birço…

barıs kusuDünyanın tanık olduğu en kanlı savaş olan 2. Dünya Savaşı’nın resmen başladığı 1 Eylül 1939 tarihinin üzerinden 76 yıl geçti. Savaşın sona ermesinden sonra bu tarih, barışa duyulan özlem ve savaşın yol açtığı yıkımın unutulmaması adına Barış Günü olarak ilan edildi.

Ne var ki aradan geçen yıllar, dünyaya kalıcı bir barış getiremedi. Kimi zaman daha yoğun ve yaygın, kimi zaman “soğuk”, kimi zaman “bölgesel” vb. biçimlere bürünen savaşlar süregeldi. 3. Dünya Savaşı çıkmadı belki ama, son 50 yılda gerçekleşen kısmi savaş ve çatışmalar sonucunda yaşamını yitiren insan sayısı 2. Dünya Savaşı’nda ölenlerin sayısını çoktan geride bıraktı.

Çünkü, savaşlara yol açan nedenler ortadan kalkmadı; eşitsizlik ve sömürüye dayalı siyasal iktidarlar, dünyayı kendi çıkarları ekseninde kontrol etmek isteyen emperyalist güçlerin rekabeti varlığını devam ettirdi.

“Çok yönlü iç savaşın devam ettiği Suriye’de çatışmaların başladığı tarihten bu yana 250 bin insan yaşamını yitirdi”;  “Sadece Temmuz ayında Yunanistan’a sığınan mülteci sayısı 50 bine ulaştı”; “Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRI’ye göre, küresel silah ticareti son beş yılda yüzde 16 oranında arttı”; “Avrupa Birliği’nin göç sorumlusu Dimitris Avramopoulos, dünyanın II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en kötü mülteci kriziyle karşı karşıya olduğunu açıkladı”…

SİLAH SATIŞI ARTTIKÇA MÜLTECİ ÖLÜMLERİ YÜKSELİYOR

Bu tür haberler artık gazete, TV ve internet sitelerinin rutin haberlerine dönüşmüş durumda. Haberler sadece kuru istatistiki bilgilerden ibaret değişik kuşkusuz; gün geçmiyor ki, Irak, Suriye, Afganistan veya Uzak Asya ya da bir Afrika ülkesinden katliam haberi, yakılıp yıkılan  bombalanan kentlerin görüntüleri gelmesin… Silah sanayine yatırılan bütçelerin artışı ile katliamların, cinayetlerin, açlık ve yoksulluğun ya da Akdeniz’de gerçekleşen mülteci ölümlerinin artışı arasındaki paralellik ise çıplak gözle dahi görülebilir bir hal almış durumda. Öyle ki, silah satışı ile yaşanan ölüm ve yıkım, birbirinden beslenen iki canavara dönüştü.

Dünyada en fazla silah satan ülkelerin başında açık ara ABD geliyor. Bu ülkenin askeri harcamaları bütün ülkelerin toplamının üçte birini buluyor. ABD’den sonra en fazla silah satan ülkeler sırasıyla Rusya, Almanya, Çin, Fransa ve İngiltere.

En fazla silah satın alan ülkeler listesinin ön sıralarını, bugün en kanlı çatışmaların sürdüğü  ve daha da sürecek gibi görünen Ortadoğu ülkeleri kaplıyor. 2014 yılı verilerine göre, en fazla silah satın alan ülkelerde ilk üç sırada Hindistan, Suudi Arabistan ve Çin yer alırken, bunları Birleşik Arap Emirlikleri, Pakistan ve Avustralya izliyor. Türkiye ise 7. sırada.

Peki kitlesel ölümler, insanlık dışı katliamlar, yakıp yıkılmış köyler, kentler ve perişan edilip yerinden yurdundan göçertilen insan yığınları eşliğinde izlediğimiz bu tablo neden yaşanmakta ve nasıl değişecek?

Hükümetlerin ve onların bir uzantısı gibi çalışan basın organlarının bizlere yansıttığı; bu savaş ve çatışmaların arkasında dinsel ve etnik nedenler bulunuyor.  IŞİD, El Kaide vb. örgütlerin göze çarptığı bu tabloda, savaş ve çatışmaların Hıristiyan-Müslüman, Sünni-Şii vb. ayrımı üzerinden yaşandığı; din, milliyet veya mezhep adına yürütüldüğü izlenimi edinmemiz isteniyor; ve ABD ve Batılı ülkelerin sattığı silahlar, attığı bombalar vb., “insani yardım”, “ileri medeniyetin veya demokrasinin kurtarılması” vb. olarak pazarlanıyor…

MADALYONUN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ

Evet savaş ve çatışma bölgelerine baktığımızda dini, etnik veya mezhepsel nedenlerin rol oynadığı doğrudur ama madalyonun arka yüzünde, bugün insanlığı kurtarma adına hareket ediyormuş gibi görünen emperyalist güç odakları bulunuyor. Bu güç odakları ki, hem ezilen bağımlı ülkeleri dize getirmek hem de diğer emperyalistlere karşı üstünlük elde etmek üzere amasız ve her yola başvurarak sürdürdükleri bir egemenlik savaşı sürdürüyorlar. Henüz kendi aralarında sıcak çatışmaya dönüşmemiş olsa da, giderek tırmanan şiddet sarmalını üreten de bu emperyalist çıkarlardır. ABD dünya üzerindeki hegemonyasını sürdürmek, Rusya,Çin ve Avrupalı emperyalistlerse dünyayı sömürmek konusunda daha fazla pay sahibi olmak adına Irak’ta, Suriye’de, Ukrayna’da ya da Afrika’da oluk oluk kan akıtmaktan geri durmuyorlar. Çünkü kendi ülkelerinde de eşitsizlik ve sömürü üzerine kurulu sermaye düzenleri bu kanla ayakta durabilmekte; birinin zayıflığı diğerinin üstünlüğü ve zenginliği anlamı taşımakta…
Dünyada bugün devam eden savaş ve çatışmaların seyrini ve boyutunu da hem kendi aralarındaki hem de ezilen halklarla aralarındaki rekabet ve egemenlik mücadelesinin derinlği ve boyutları belirliyor. Günümüzün öne çıkan ‚canavarları‘ IŞİD, El Kaide, Boko Haram vb. savaş figüranları ise bu tablonun göz yanıltıcı sonuçları olmakta. Nitekim Ukrayna’daki savaşta görüldüğü gibi gerektiğinde, kendi çıkarlarını savunmak üzere bu tür bir canavara ihtiyaç duymadan savaşı doğrudan kendi elleriyle yürütmekten de geri durmuyorlar.

Emperyalist güçlerin, halkları birbirine kırdırarak, dini ve etnik kamplaşmayı körükleyerek ve kendi emperyalist müdahalelerine ‚insanlık, uygarlık, demokrasi‘ kılıfı altında meşruTiyet kazandırma çabası eşliğinde sürdürdüğü bu savaş sarmalını bertaraf etmek elbette kolay değil ve sancılı bir süreç gerektiriyor.

SAVAŞA KARŞI MÜCADELE

Hatırı sayılır bir geleneği ve gücü olan Avrupa’daki barış hareketlerinin ve demokratik kamuoyunun, son yıllarda giderek tırmanan bu savaş ve çatışmalar karşısında görece duraksaması ve zayıf bir konumda olması da bunun bir ifadesi. Bunda, ABD ve Batılı devletlerin, Ortadoğu vd. bölgelerdeki savaş ve çatışmaları etnik ve dinsel bir toz bulutuna sarması; kendi emperyalist müdahalelerini ise sanki insanlık, uygarlık ve demokrasiyi kurtarma girişimi olarak sunmadaki başarılarının önemli payı bulunuyor. Elbette bir diğer belirleyici etkenin ise, gerek sıcak çatışma bölgelerinde gerekse emperyalist ülkelerde ezilen halk yığınlarının gerçek barış, özgürlük ve demokrasiyi savunacak siyasal örgütlenmelerindeki dönemsel zayıflığı olduğu açıktır.

Bütün bunlara rağmen, halkların çektiği acıları kısa ve uzun vadede dindirmenin yolu barış için savaşmaktan; Ortadoğu, Asya ve Afrika’yı kan gölüne çeviren emperyalist politika ve rekabetin karşısına hangi dinden, hangi etnik kökenden olursa olsun halkların kardeşliği ve emekçilerin birliğini güçlendirecek bir barış mücadelesi vermekten geçiyor.

Uzak ve yakın tarih bir sürü deney ve örnekle göstermiştir ki; hangi kılıflara büründürülürse büründürülsün, başka ulusları ezen ülkelerin halklarının da özgür olamazla ve savaşın yükü altında ezilirler. Bu nedenle bugün Ortadoğu vd. ülkelerinde yaşanan acı ve yıkım sadece o coğrafyaların bir sorunu olmadığı gibi; çözülebilmesinin de yolu Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde de güçlenecek barış mücadelesinden geçmektedir.

Close