Written by 15:23 Allgemein

Barışamadık!

Sırrı Süreyya Önder*

 

„Barışamadık” ifadesi size ne anlatıyor? Bu ülkenin en büyük hukuk skandallarından birinin parçası olan Pınar Selek’in kitabını mı, yoksa yıllardır süregelen bu savaşın içinde ölen çocukların mezar taşlarına bir pişmanlıkla kazınması gereken o sözü mü? Evet, “barışamadık” ve buna hep bahaneler bulduk. İşte şimdi, bahanelerin yerini aklın ve çözüm iradesinin alması gereken noktada, bir uçurumun başında duruyoruz.

Aslında bu keçilerin karşı karşıya geldiği bir köprü gibi yansıtılmak isteniyor; ama Kürt sorunu ulusal sorun olmasının yanında enternasyonal bir sorundur da, bu da bölgenin ve tüm dünyanın etkilenebileceği olası bir “yeni Ortadoğu’nun” temelini oluşturan bir sürece işaret ediyor. Bu bağlamda Kürt sorununda “barış” süreci savaşın sonu olduğu kadar Kürtler için yeni bir sürecin başlangıcı anlamına da geliyor olabilir.

Selim Temo, 11 Meridyen şiirinde şöyle diyordu: “on bir meridyende sürgün, keder ve ibrişim / on bir meridyende dinmeyen serhıldana bütün sesimi vermişim!” Artık Kürt meselesi barış sonrası süreçte bu kocaman coğrafyada parçalara bölünmüş ama aynı dili konuşan, aynı renklere gülümseyen bir halkın meselesi olarak okunabilecektir. Keza bugüne dek böyle okunsa da bu egemenlerin ittifakıyla hep engellenmek istenmiştir.

Peki “barış” konusunda bu kadar umutlu olmak doğru mu? Özgür Gündem’deki QIRIX köşesi Kürt siyasetini ifade açısından en anlamlı şeylerden biri. Kürtler bu barış sürecinde birbirlerine ne umutsuz ne de umutlu olmayı öğütlüyorlar; ben de Gramsci’nin öğüdüne uyuyorum ve “aklın kötümserliği ve iradenin iyimserliği” rehberliğinde süreci algılamaya çalışıyorum. Aklım kötümser, çünkü Türkiye devletinin de Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümeti’nin de “sabıka kaydı” önümüzde yatıp duruyor. Faili meşhur cinayetleri, kitlesel katliamları bize unutturabilecek bir ilaç ortada yokken, bu toplumda “barış” kelimesini kullanmak zor. Hele bir de barış dendiği günden bu yana Kürtlerin üzerinde patlayan bombaları, büroları basılan avukatları göz önüne aldığımızda kapitalistlerin her zaman diğer tarafta olduklarını ve asla bizle aynı tarafta olmadıklarını görmek gerekiyor.

 

ZEKA PATLAMALARI

Bir yandan da CHP’li vekillerden gelen “Kürt Türk eşit değildir” gibi zeka patlamaları karşısında Kürtlerin de yoğunlukla oy verdiği bir parti olarak AKP’yi karşımızda muhatap olarak bulmanın avantajlarını ve dezavantajlarını bir arada yoklamak gerekiyor. Neoliberalizmin Kürtler için “elbette” bir planı olduğunu biliyoruz. Hepimiz için olduğu gibi. Yıllarca bu topraklarda işçileştirilerek kimlik dışı bir boyutta da ezilen Kürtler’in de iktidara güvenmemekte çok haklı bir sebepleri olduğu buradan belli. Ama söz konusu barış olunca yüzünde güller açan bir halka akıl vermek hiç kimsenin haddine değil, o gerekçeyle bu barışın “nasıl” olacağına elbette Kürtler karar verecek; ama iktidar açısından baktığımızda bu barışın “nasıl olmaması gerektiğini” de iktidarın yüzüne haykırması gerekenler onlar olacak. İşte tam bu noktada iradenin merkezinin Kürtler olacağını ve mücadele etmek konusundaki tecrübelerini bildiğim için de iyimserim.

Peki bu barış mevzusunda Türkiyeli devrimciler, sosyalistler, anarşistler ve birçok toplumsal örgüt ne yapmalı? Elbette ki barış salt olarak “bizden uzakta” gerçekleşen müzakerelerle yahut AKP’nin insafı ile ilgili değil. 70 milyonluk bir nüfusta toplumsal mutabakata ermek her ne kadar AKP’nin çok sevdiği toplum mühendisliğince geçici olarak sağlanabilecek olsa da Ortadoğu gibi kimlik zemini kaygan coğrafyanın her an kaşınmaya açık olduğu bir aşamada işler öyle kolay değil.

Bu barışın “zahmeti” kimseye ağır gelmesin; çünkü bu savaşın bedelini Kürt ve Türk emekçileri birlikte öderken egemenler işçileştirdikleri halklara reva gördükleri zulmün keyfini çatıyorlardı. O yüzden barış, cepheyi ve safları netleştirmek adına büyük bir şans. Bu şansı “egemenle uzlaşıyorlar” ve benzeri mecralara çekmeye çalışanların gözünü olsa olsa Kürt kanı bürümüştür, keza “koşulsuz barış” değil “onurlu barış” için Kürt siyasetinin sokaklarda ve masada olacağı şüphe götürmez bir gerçektir.

 

BARIŞTAN SONRA

Peki ya “barıştan sonra” ne olacak? İşte tam burada cevabı hep birlikte vereceğiz. Antikapitalist mücadele, polis devletinin bu derece güçlendiği bir düzende nasıl kurgulanacak? Örgütlenme problemimizi nasıl aşacağız? Kapı kıran yargıyla mücadele nasıl sağlanacak? Emperyalist işgal dalgalarıyla sarılmış dünyada nasıl bir konum alacağız?

Aslına bakarsanız biz bu süreci onlarca yıldır tartışıyoruz. Barıştan sonrası süreç tüm dünya sosyalistlerinin içinde bulunduğu tartışmaya daha aktif olarak katılıp eylem haline geçebileceğimiz bir süreci işaret ediyor. Barışı klasik bir “geçiş süreci” olarak görmüyorum, barış bizim açımızdan bir milat olacak, keza barışın hiçbir şeyin “sonu” olmayacağı, devlet sorununun kimlik sorununu yaratıcı etmeni olduğunu ve kimlik sorunu dahil hiçbir sorunu tam olarak aşamayacağını bu barıştan sonra tekrar göreceğiz. Silahların susmasıyla ortaya çıkacak süreçte plastik mermilerin, gözaltıların ve benzerlerinin ülkesine yeni uyanmış gibi yapmanın alemi yok.

Polis tarafından denetlenme üzerine kurgulanmış bir sistemin kendini devam ettirmek dışında bir isteği yok, keza hem sermaye hem devletliler kendilerini bu düzende güvende hissediyorlar. Bu barışın “piyasaların istikrarı” için değil halkların kaderlerini yeniden çizmek için yapıldığını hepsine hatırlatmamız, tüm işçi sınıfını içine alan ve işçilik kavramında kognitif emeğe de yer veren geniş bir alana yönelik stratejiler geliştirmemiz gerekiyor. Yeni bir eylem ve eylemlilik şart. Onların değil bizim barıştan yaratacağımız fırsat tam da bu eylemlilik halidir.

 

* BDP İstanbul Milletvekili

 

Close