Written by 10:30 KADIN

Bizi birleştiren KADIN olmamız

Eylem Kubanek / Dortmund

8 Mart 2024’de 14 kadın olarak Dortmund’un U müzesinin kafeteryasında buluşuyoruz. Altı farklı ülkeden gelen ve Almanca, İngilizce, Türkçe, Kürtçe, Arapça, Rusça, Farsça, Azerice, Darice, Peştunca, Ukraynaca ve bilmediğim belki birkaç dili daha konuşan 14 kadınız.

Üşüyen ellerimizi ve içimizi çay, kahve içerek ısıtmaya çalışıyoruz bir yandan. Bir yandan da yeni gelenlerle tanışmaya ve „Dünya Emekçi Kadınlar Günü“yle ilgili konuşmaya çalışıyoruz. „Çalışıyoruz“ diyorum, çünkü ortak tek dilimiz Almanca ve buraya 7 yıl önce Suriye’den, 5 yıl önce Afganistan’dan ya da 2 yıl önce Ukrayna’dan gelen kadınların ne kadar Almanca konuşabileceğini, Almanya’da yaşayan ve bu dili öğrenmesi gereken insanlar çok iyi bilir. Hele de Almanca’yı öğrenmek zorunda olan, yeni bir ülkeye entegre olma sıkıtılarının yanında evin ve çocukların da yükünü üstlenmek zorunda kalan kadınlarsa…

Önce ben günün tarihi gelişiminden bahsediyorum. 8 Mart 1857’de ABD’nin New York kentinde bir tekstil fabrikasında yaklaşık 40 bin kadın işçi, daha iyi koşullarda çalışmak için greve başladılar. Polisin saldırmasının ardından kadın işçilerin fabrikaya kilitlenmesi 8 Mart’ı anma gününe dönüştüren olayların zeminini hazırladı. Fabrikada, kadınlar içeriye kilitlenmiş vaziyetteyken çıkan yangın tam bir katliam yaşanmasına sebep oldu. İşçiler fabrikanın önünde kurulan barikatlar sebebiyle yangından kaçamadılar. Tüm bu olaylar silsilesi ardından haklarını arayan 120 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 15 bini aşkın kişi katıldı. Daha kısa mesai süreleri, eşit işe eşit ücret, daha yüksek maaş ve seçme hakkı talebiyle eylemler yapmıştı. Bir yıl sonra Amerika Sosyalist Partisi 8 Mart’ı Ulusal Kadınlar Günü ilan etti. Bu özel günü uluslararası hale getirme fikrini ortaya atan ilk kişi ise Almanya’dan sosyalist kadın hareketinin temsilcisi Clara Zetkin idi. 1910 yılında Kopenhag’da toplanan Uluslararası Emekçi Kadınlar Konferansı’nda 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü fikrini önerdi. Konferansa 17 farklı ülkeden katılan 100 kadın, Zetkin’in önerisini oybirliğiyle kabul etti. İlk uluslararası etkinlikler ise 1911’de, Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de düzenlendi. Dünya Kadınlar Günü’nün 100. yıldönümü de büyük organizasyonlarla kutlanmıştı.

Bu olaydan neredeyse yarım asır sonra 1977’de Birleşmiş Milletler Kurulu 8 Mart’ı „Dünya Kadınlar Günü“ olarak anılmasını kabul ediyor. Bizlerin bugün kahve içip, sohbet ederek geçirdiğimiz günü kazanmak için kadınların ne kadar büyük mücadeleler verdiğini anlatmaya çalışıyorum.

Alman arkadaş Ulrike; kadınlar gününün aralarında Çin, Rusya, Azerbaycan, Ermenistan, Küba, Ukrayna, Afganistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Moldova’nın da bulunduğu pek çok ülkede resmi tatil günü olduğundan bahsediyor.

İranlı arkadaş Parinaz, İran’da 1979 yılında gerçekleşen İslami devrimle beraber özgürlüklerini kaybeden İranlı kadınların yaşam koşullarını ve geçen yıl 13 Eylül’de Tahran’da başörtüsünü düzgün takmadığı için „ahlak polisi“ tarafından öldürülen Mahsa Amini’den bahsediyor.

Ukraynalı Olga ise 2 yıl önce Rusya’nın saldırısı ile başlayan savaşta, kocasını Ukrayna’da savaşması için birakip iki kızıyla Almanya’ya nasıl kaçtıklarını anlatıyor. Sonra da gözyaşını engellemeye çalışarak eşinin her 8 Mart günü ona getirdiği kırmızı güllerden bahsediyor.

Hepimizi Olga’nın yaşadığı acının içinde, kendimize dair de bir şeyler bulmuş ve duygusallaşmışken, günümüze daha fazla anlam katmak için planladığımız, sanat sergisi sunumunun başlamak üzere olduğu uyarısı geliyor. Aceleyle toparlanıp, serginin yapıldığı 5. kata çıkıyoruz.

Dr. Nicole Grothe’nin hazırladığı ve sunduğu sanat sergisinde, yaşam ve sanatın iç içeliğine ve birbirini doğurup, doldurduklarına çok güzel örneklerle değiniyor. Bu sergide bana göre en ilginç olansa; ünlü kadın sanatçıların eserlerinin yanında çok sıradan kadınların eserlerine de yer verilmesi. Mesela Polonyalı bir çiftçi kadının 50 yaşından sonra yaptığı ve çok da kendine özgü olan tablolarını görüyoruz.

Grubumuzdaki kadınların çoğunun Dr. Nicole’ün sanat eserleri hakkında anlattıklarının yarısınını bile anlayacak Almanca düzeyleri olmamasına rağmen resimlere, heykellere ne kadar dikkatle baktıkları ve keyif aldıkları görülmeye değerdi. İşte orada dil, din, ulus, ayrımı yapmayan, sanatın dili konuşuluyordu.

Serginin bana ve gördüğüm kadarıyla birçok kadına göre odak noktası; içinde yüzbinlerce rengi taşıyan yaprak demetine benzeyen bir tabloydu. Bu eserin sahibi bir Fransız kadın sanatçı, Seraphine Lois. Böyle güzel bir eserinin sahibinin, hayat hikayesi; hiçbir eğitim almamış, temizlikçi bir kadın oluşu. Ünlü bir ressam tarafından tesadüfen keşfedilmiş. Yaptığı resimlere diğerlerine göre normal kabul edilmeyen, ruh halini yansıttığı için akıl hastanesine gönderilmesi, hepimizi şaşkına çevirmişti.

O sırada ben dayanamayıp, ortamı biraz daha yumuşatmak istercesine; „Bayanlar duydunuz; sanatçı olmak için yüksek sanat okullarına gitmek gerekmiyor, hepimiz için daha böyle bir sanatçı olma şansı var“ dedim. Gülüşlerimizin ardından Dr. Nicole bu kadının üzücü hayat hikayesinin nasıl sona erdiğini anlattı: „1942 yılında Naziler Fransa’da Seraphine Lois’un kaldığı hastanenin bulunduğu bölgeyi işgal ediyorlar. Hitler, özürlü ve akıl hastası bütün insanların, asil Alman ırkına yakışmadığını ve öldürülmesi gerektiğini savunduğu için, bu hastanedeki bütün hastalar aç bırakılarak öldürülüyor.“ Yaşamı boyunca temizlik ve resim yaparak, sefalet içinde yaşayan bu kadın sanatçının tabloları ise bugün eşi benzeri olmayan ve çok pahalı ender sanat eserleri arasında.

Anlamlı bir günü böyle iyi geçirmiş olmanın mutluluğuyla, birbirimize sarılarak ayrılırken, hissettiğimiz en önemli şey; „Yanlız olmadığımızdı“.

Arabayla eve giderken durakta Afganistanlı Delera´yi gördüm ve evine götürmeyi teklif ettim. Sevindi ve yanıma oturdu. Arkada oturan kızımın yaşını sordu. 10 yaşında olduğu söyledim. Aslında bana soru sorduğuna çok şaşırmıştım. Çünkü Delera geldigi etkinliklerimizin hiç birinde konuşmazdı. Nedenini sorduğundaysa, arkadaşı Delera’nın iki yıl önce Suriye üzerinden Türkiye’ye yürüyerek kaçmaya çalışan kızının donarak öldüğünü ve o olaydan sonra ağır bir travma yaşadığını anlatmıştı.

Delera zorlanarak, kırık Almancasıyla; 12 yaşındayken babasının onu zorla 32 yaşındaki bir adamla evlendirildiğini, 15 yaşında ilk çocuğunu doğurduğunu ve Afganistan’da kaybettiği kardeşlerinden bahsetti. O kısa yolculuk boyunca, 15 dakikanın içinde bize anlattıklarını tüylerimiz diken diken olarak dinlemiştim ve ne diyeceğimi bile bilemiyordum. Evinin önüne geldiğimizde, bana durup durup teşekkür ediyordu. Arabayı durdurup, dışarı çıktım; ben de ona çok teşekkür ettiğimi söyledim ve birbirimize sımsıkı sarıldık. Sarılırken ne onun dili, dini, doğduğu ülke ya da kültürü ne de benimkilerin önemi vardi. İkimizde KADINdık. Bizi birleştiren en büyük şeyse KADIN olmamızdı.

Close