Sevim DAĞDELEN*
Fildişi Sahili’ndeki güncel çatışmalar bize bir şeyi bir kez daha öğretti: ‚Uluslararası toplum‘, artık hukuki zemin adı verilen ikiyüzlülüğü de bir yana bıraktı. Artık „ben yaptım, oldu“ anlayışı ve askeri şiddet zemini üzerinde hareket ediyor. Bu gelişmeler, kendi varlık gerekçesini ortadan kaldırmaya başladığı anlamına da geliyor. Fransa ve diğerlerinin önerisiyle, BM Güvenlik Konseyi’nin Libya üzerinde uçuşa yasak bölge oluşturması (1973 No’lu karar) ve Fransa ile Nijerya’nın ortaklaşa hazırladığı Fildişi Sahili konulu 1975 No’lu BM kararı sayesinde, Afrika kıtasına karşı izlenen uluslararası politika, şimdiye dek izlenen politikanın, Avrupa’nın ekonomik çıkarları ve güvenlik politikaları tarafından belirlenmiş kanlı bir sömürge politikasının devamı olarak sürdürülüyor. Bu kararların gölgesinde nasıl hedefli bir şekilde her iki Afrika ülkesinde hükümetlerin şiddet yoluyla devrilmeye ve buna da ahlaki meşruiyet süsü takılmaya çalışıldığı açıkça görülüyor. Avrupa’da aniden ortaya çıkan bu insan sevgisi, BM’nin ve Fransa’nın birliklerinin bugüne dek iktidarda olan Gbagbo’ya karşı başlattığı saldırısını ve binlerce masum sivilin hayatını kaybetmesini haklı göstermeye hizmet ediyor.Her iki örnekte de adı geçen BM kararları, bu ülkelerde artan insani sorunlar ve şiddetle gerekçelendirildi. Ancak Fildişi Sahili’ndeki asıl çatışma, kakao üretimine bağımlılık ve bu alandaki devasa karlardan kaynaklanıyor. Ayrıca bu Batı Afrika ülkesinin sahillerinin önünde bulunan ve henüz el değmemiş zengin petrol yatakları da unutulmamalı. Başkanlık sandalyesine oturacağı günleri sayan ve bir dönem IMF’de yöneticilik yapan Alassane Ouattara, geniş bir saldırı başlattı ve kısa sürede başkent Yamoussoukro ile liman kenti San Pedro da dahil olmak üzere bazı önemli kentleri ele geçirdi. Bu ise ülkedeki şiddeti tırmandıran yeni bir gelişmenin önünü açtı.
Bu gelişmeler çoğunlukla Laurent Gbagbo’nun sorumluluğu olarak gösterildi. Onun ateşkesin sağlanması yönündeki önerileriyse „oyalama taktiği“ olarak damgalandı. Yaşanan „iç savaşın“ ve insani dramın asıl nedeniyse karanlıkta kaldı. Bunun nedeni ise, Ouattara’nın ABD ve Fransa başta olmak üzere Almanya ve diğer AB ülkeleri tarafından, Aralık 2010’da yapılan seçimin „galibi“ ilan edilmesidir. Berlin ve Paris kısa sürede Gbagbo’ya yaptırım uygulanmasını kabul ettirerek kakao ihracatının durdurulmasını sağladı.Açıktan ilan edilen hedef, Gbagbo Hükümeti’nin zayıflatılarak ordusunda isyan çıkartmaktı. Nitekim uygulanan ambargo nedeniyle ekonomi ve sağlık sistemi kısa sürede çöktü. CDU’ya yakınlığıyla bilinen Konrad Adenauer Vakfı (KAS) buna paralel olarak „Güney Afrika Siyasi Diyalogu“ adlı bölgesel program çerçevesinde Batı Afrika’daki askeri çevrelerle kurduğu ilişkileri, olası bir askeri darbe olanaklarını ortaya çıkarmak için kullandı. Açıkça görüldüğü gibi eski sömürgeci güç Fransa, emperyal müdahalelerini BM Güvenlik Konseyi’nin onayını alarak gerçekleştirme yolunu izliyor. Böylece geçmiş dönemlerde olduğu gibi Afrika halklarının kaderinin Paris’te belirlenmesinin yolu açılıyor. BM’nin en üst kurumu da, bu yolda saldırılara izin çıkaran mekanizmaya dönüştürülmeye çalışılıyor. Bunun karşılığında BM Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi üyelerine ise, „kendi“ etki alanlarında istedikleri gibi at koşturma hakkı tanınıyor. Bu kirli oyunla uluslararası hukuk ayaklar altına alınıyor. Sorunları barışçıl yollarla ve diplomasi aracılığıyla çözme yerine iç savaşlar kışkırtılıyor veya bu savaşlara müdahalede bulunularak kendi çıkarlarının korunmasına hizmet edeceklerine inanılan çevrelere arka çıkılıyor. Uluslararası ilişkilerde şiddeti yasaklayan ilkeler terk edilerek, neoliberal politikalar uğruna şiddeti zorunluluk olarak gösteren anlayış savunuluyor. Birleşmiş Milletler’in kuruluş ilkeleri tersine çevriliyor ve dünyanın başına yeni bir emperyalizm ve sömürgecilik çağı belası açılmaya çalışılıyor.
* Sol Parti Federal Meclis Grubu Uluslararası İlişkiler Sözcüsü