Written by 08:20 Allgemein

Ferman AB’nin sokaklar halkın

İki yılı aşkın bir süredir Euro Bölgesi’ni sarıp sarmalayan bütçe açığı krizi konusunda, başını Almanya’nın çektiği emperyalist ülkeler tarafından bütçe açığı veren ülkelere dayatılan “çözüm”lerin iflas ettiği artık yüksek sesle ifade edilmeye başlandı. En son G 8 Zirvesi’ne gündeme alınan “Euro krizi” konusunda Almanya’nın yalnız kaldığı dikkat çekiyor. Şimdi sıra Fransa Cumhurbaşkanı Français Hollande’nin öncülüğünde yeni ambalajda servis edilen eski çözümler var. “İstihdam” ve “büyüme” vurgusunu yapıldığı çözüm planlarında asıl olarak halkların yükselen tepkisini yatıştırmak hedefleniyor.

 

 

Fransa ve Yunanistan’da 6 Mayıs’ta yapılan seçimlerin ardından, Almanya ve Fransa tarafından iki yıldan fazla bir süredir ‘borç krizini çözme’ adı altında ortaya atılan çözümlerin iflas ettiği, hem uluslararası sermaye kurumları hem de basın önemli bir bölümü tarafından da artık yüksek sesle ifade edilmeye başlandı. En son Chicago’da yapılan G 8 ülkeleri zirvesinde Euro Bölgesi’nde bugüne kadar izlenen politikaların değiştirilmesi gerektiği mesajı verildi ve Almanya’dan izlediği politikayı yumuşatması istendi.

Alman basınında yer alan haberlere bakılırsa, Başbakan Angela Merkel bu konuda dünyanın diğer liderleri tarafından eleştirilmiş ve savunduğu “radikal kesinti” politikasıyla adeta köşeye sıkış durumda.

 

KİM KİMİ KURTARIYOR?

“Borçlu ülkeleri düzlüğe çıkarma” adına Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve IMF troykası tarafından değişik AB hükümetlerine dayatılan “yardım paketleri”yle, borç içindeki ülkelerin değil, bu ülkelerden alacaklı durumundaki bankaların, yatırım fonlarının ve sigorta şirketlerinin kurtarıldığı, söz konusu ülkelerin ekonomilerinin talan edildiği, halkının işsizliğe ve yoksulluğa mahkum edildiği artık daha net görülüyor.

Bu nedenle, Yunanistan örneğinde de olduğu gibi, borçlu ülkelerin durumu “yardım paketleri”ne rağmen düzelmeyip, tersine daha da kötüleşiyor.

Örneğin, kriz başlamadan önce Euro Bölgesi ülkelerinin ortalama devlet borçlarının Gayri Milli Safi Hasıla’nın yüzde 66’sı iken şimdi yüzde 85’e kadar çıkmış bulunuyor. (1)

Mali sermayeyi kurtarmak için kurulan fonlara devlet kasasından milyarlarca Euro’nun aktarılması, hızla devletlerin kendisinin borçlanmasına yol açtı. İzledikleri politikalarla Euro Bölgesi’nde krizi derinleştiren Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, bununla da yetinmeyerek aşırı borçlanan ülkelere bütçe açığını acil bir şekilde kapatma gerekçesiyle katı bir şekilde tasarruf yapmalarını zorunlu kılan, buna uymayanların cezalandırılmasını, borçlanma sınırının (GSYİMH’nin yüzde 60’ı) mutlaka tutturulmasını öngören Avrupa Mali Disiplin Paktı’nı (Fiskalpakt) karar altına aldılar.

Borçlanmanın nedenleriyle değil, borçlanmanın kendisiyle mücadeleyi hedefleyen söz konusu paktın hayat bulması, sonuç vermesi özellikle Fransa’daki seçimlerden sonra zor görünüyor. Çünkü, Fransa Cumhurbaşkanı Français Hollande, seçim kampanyası sırasında paktı yeniden masaya yatıracağını ilan etmişti. Seçildikten sonra da aynı yönde mesajlarını vermeye devam etti.

Diğer AB ülkelerinde de Hollende’nin açıklamalarına ve önerilere destek gelince, iki yıldır AB çapında Merkel-Sarkozy ikilisi tarafından izlenen politikalarında yumuşatılması kaçınılmaz görünüyor.

Yükselmekte olan itirazlar nedeniyle yumuşak bir viraj almak isteyen Merkel, şimdi “Mali İstikrar Paktı”nın “büyüme” ve “yapısal reformlarla” desteklenmesini gerektiğini dile getiriyor. Ancak buna rağmen borçlu ülkelerin tasarruf politikalarına devam etmesi gerektiğini söylemeyi de ihmal etmiyor.

 

SOSYAL DEMOKRATLARIN ÇÖZÜMLERİ ÇÖZÜM MÜ?

Gelinen aşamada muhafazakar “Hıristiyan Demokratlar” tarafından borçlu ülkelere dayatılan ücretlerin düşürülmesi, çalışma koşullarının esnekleştirilmesi, emeklilik hakkını neredeyse kaldırılması ve özelleştirmeler gibi “acı reçetelerin” kıta genelinde çelişkileri derinleştirdiği, Euro’yu ve AB’yi tehdit ettiği artık görülüyor. Asıl olarak da bu durum Alman/Fransız burjuvazisini tedirgin ediyor. Çünkü, Euro’nun dağıtılması, AB’nin parçalanması artık teorik bir tartışma değil, pratik bir sorun haline dönmüş bulunuyor.

Çünkü “Euro’yu kurtarma” adına izlenen politikalar, ilgili ülkelerde borç açığını, işsizliği ve yoksulluğu büyütmüş, bu nedenle de Euro’ya, AB’ye ve Brüksel merkezli politikalara karşı öfkeyi alabildiğince büyütmüştür.

Örneğin, ekonomik krizin ortaya çıktığı 2008 yılında İspanya’da yüzde 11.3 olan işsizlik yüzde 24.1’e, Yunanistan’da yüzde 7.7’den  21.7’ye, Portekiz’de yüzde 8.5’tan 15.3’e, İrlanda’da da yüzde 6.3’ten 15’e çıkarmış durumda. İşsizlik gençlik arasında ise kat be kat artış durumda.

Giderek artan tepki ve öfkeyi yatıştırmak için sosyal demokratlar her zaman olduğu gibi yine “yangın söndürücü” rollerini oynamak için sahneye çıktılar.

Hollande gibi Alman Sosyal Demokrat Partisi de (SPD), bugüne kadar destek verdikleri Merkel’in “çözümleri”nin yanlış olduğundan söz ederek, krizden çıkış yolunun ekonomik büyüme ve istihdam yaratmaktan geçtiğini söylemeye başladı. (2)

Beş sayfadan oluşan “çözüm paketi”nde özetle, ekonomide büyümenin ve istihdamın artırılması, mali piyasaların denetlenmesi, bankaların yeniden düzenlenmesi öneriliyor. Borç krizinin etkili olduğu ülkelere verilen “kurtarma paketleri”nin istihdam alanları yaratılması için kullanılması öneriliyor. Bunun için de Avrupa Sosyal Fonu’nun etkili bir şekilde kullanılması isteniyor.

 

‘BÜYÜME VE İSTİHDAM’ AMA NASIL?

Gelin görün ki, daha bundan bir kaç yıl önce –Schröder başbakan iken- Almanya’da düşük ücretli işleri, taşeron işçiliği, özelleştirmeleri yaygınlaştıran SPD, aynı metinde “Avrupa’da aynı yerde eşit işe eşit ücret ve çalışma koşulları yaratılmalı” deniliyor.

SPD’nin bu konuda ne kadar samimi olduğu ortada: İster Yeşiller ile birlikte ister daha sonra CDU/CSU ile birlikteki büyük koalisyon döneminde olsun AB’nin “eşit işe eşit ücret” ile aldığı kararlar uygulamaya konulmadığı gibi AB mahkemelerinin işçi hakları nedeniyle Almanya’yı birçok kez uyarması da sosyal demokratlar tarafından dikkat alınmadı

Kısacası, öyle görünüyor ki; AB genelinde bundan sonra krize çözüm olarak “muhafazakar formüller” yerine özünü Keynesçi politikaların oluşturduğu “sosyal demokrat formüller” daha çok konuşulacak ve onlar “kurtarıcı” olarak servis edilecek.

Sosyal demokratların krize çare ve çözüm olarak sunduğu “büyüme” ve “istihdam”ın nasıl olacağı belli değil.

Çünkü, başta Alman olmak üzere Avrupa’nın büyük ülkelerin burjuvazisi diğer ülkeleri sömürerek, yüksek faizle kredi vererek karına kar katmaktan, ülkelerin kamu kurumlarını ve kaynaklarını talan etmekten vazgeçmeleri mümkün görünmüyor. Ve dizginsiz rekabet ve sömürü kapitalizmin temel felsefesini oluşturuyor. Büyük sermaye, ülkenin veya halkın refahıyla değil kendi cebine girecek azami kar ile ilgilendiği, buna endekslendiği için önceliklerini de buna göre oluşturuyor. Diğer taraftan ekonominin ‘düzlüğe çıkması’, işsizliğin azaltılması vb. hükümetlerin ya da sermaye sahiplerinin tercih ve istekleri dışında, ekonominin kendi yasalarıyla belirlenen konulardır.

Bu nedenle, Hollande ve SPD’nin savunduğu, büyük bir olasılıkla diğer Avrupa ülkelerindeki sosyal demokratların da bundan sonra daha yüksek sesle ifade edeceği ‘büyüme modeli’nin mevcut koşullarda yaşam bulması zor görünüyor.

Sadece, bugüne kadar kaba, pervasız ve dizginsiz bir şekilde sürdürülen dayatmacı politikaların dozu yumuşatılacak, elde edilmek istenen biraz daha uzun bir zamana yayılacaktır. Tabii buna, ‚çok iyi niyetli oldukları; halkı düşünen sağduyulu bir politika izlediklerinden‘ değil; aylardır birçok ülkede kendini gösteren ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi giderek tehlikeli ve kontrol edilemeyecek hale gelmeye başlayan toplumsal tepki ve öfkenin yarattığı tedirginlikten ve temkinli olma gerekliliğinden dolayı başvurmaktalar. Böylece, artan toplumsal muhalefet ve öfkeyi yedeklemeyi, sınıflar arası çelişkilerin daha fazla derinleşip, büyük isyanlara ve devrimlere dönüşmemesinin önünü almayı amaçlıyorlar.

 

UZLAŞMA VE GEÇİCİ FORMÜLLER ‚ÇÖZÜM‘ DEĞİL

Dolayısıyla son haftalarda, Euro Bölgesi’nde iki yılı aşkın bir süredir ortaya çıkan ve giderek derinleşmekte olan “borç krizi”nin giderilmesi adına burjuvazinin çeşitli klikleri arasında ortaya çıkan görüş farklılığını gidermek için elbette uzlaşma yolları, “ara çözümler” bulunacaktır. Ancak bu “borç krizi”nin bittiği ya da kısa süre içinde bitirileceği anlamına gelmiyor.

Ancak burada şunu vurgulamak gerekiyor ki, halka „krize çözüm bulma“ biçiminde sunulan bu tablo, gerçekte her ülkenin ve her sınıfın ‚kendini kurtarma mücadelesi’nden başka bir anlam taşımıyor. Bütün ülkeleri ve bütün toplumsal sınıfları aynı biçimde memnun edecek bir ‚çözüm’ün olduğunu sanmak da boş bir hayaldir. Bugün Avrupa ülkeleri arasında süren çatışma ve rekabet de; işçi ve emekçilerle sermaye ve onun hükümetleri arasında süren mücadele de bunun bir göstergesidir. Avrupa’nın büyük banka ve sermaye kuruluşları için ’nefes almak, düzlüğe çıkmak‘, örneğin, Yunanistan’dan alacağı borçları güvenceye almak; uygun şartlarda yeni krediler verip avantajlar elde etmek anlamına gelirken; bu durum Yunan halkı için yoksulluğun ve sıkıntıların çoğalması, krizin derinleşmesi demektir.

Doğal olarak, işçi ve emekçiler için çözüm kendi haklarını, çıkarlarını savunmaktan geçmekte; ve yine Yunanistan örneğinde olduğu gibi, bu mücadelenin gücü ölçüsünde, ‚kaçınılmaz, zorunlu ve başka alternatifi olmayan acı reçetelerin‘ dışında seçenek ve çözümler bulunabilecektir.

 

YÜCEL ÖZDEMİR

 

(1) Süddeutsche Zeitung, 15.05.2012

(2) https://www.spd.de/linkableblob/72310/data/20120515_wachstumspakt.pdf

 

 

Yunanistan Almanya’nın sömürgesi olmayacak

 

“Borç krizi”yle birlikte en çok konuşulan konuların başında, krizin etkili olduğu ülkelerde demokrasinin rafa kaldırılması oldu. Bir çok ülkede hükümetler doğrudan AB tarafından atandı. 2010 yılından bu yana AB’de tam 16 ülkede hükümetler devrildi ve bunların bir çoğunda krizin etkileri belirleyici oldu.

Bunların en çarpıcı biçimde yaşandığı Yunanistan’da 6 Mayıs günü yapılan erken genel seçimlerden sonra ortaya çıkan tablodan istikrarlı bir hükümetin çıkmaması en çok da bu ülkeyi sömürge gibi idare etmek isteyen Almanya’yı tedirgin etmiş durumda. AB’nin dayatmaları ve diktasına karşı çıkan partilerin önemli oranda güç kazanarak çıktığı seçimlerin sonuçlarını sindiremeyen Başbakan Angela Merkel, Yunan halkı üzerinde baskıyı artırmak için bu kez 17 Haziran’da tekrarlanacak seçimlerle birlikte Euro Bölgesi’nde kalınıp kalınmayacağına dair bir referandumun yapılmasını önerdi.

Yunan basınında yer alan iddiaya göre, Merkel, Yunanistan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas ile yaptığı telefon görüşmesinde bu görüşü dile getirdi. Seçimlerden birinci çıkan muhafazakar Yeni Demokrasi Partisi lideri Andonis Samaras, Merkel’in önerisinin, seçim öncesi dönemde yapıldığına dikkati çekerek, yanlış zamanda ve yanlış mesaj içeren bir öneri olması nedeniyle kabul edilemeyeceğini belirtti.

Radikal Sol İttifak lideri Aleksis Tsipras’ın öneriye tepkisi sert oldu. Tsipras, Merkel’in Yunan siyasi liderlere “’manda” bir ülkeymiş gibi hitap etmeye alışkın olduğunu belirterek, Merkel’e bu hakkı, imzaladıkları taahhüt mektupları ve tavırlarıyla Samaras ve Venizelos’un verdiğini söyledi.

Alman hükümet sözcüsü, Alman haber ajansı dpa’ya yaptığı açıklamada, “Bu iddialar kesinlikle doğru değil“ şeklinde konuştu. (YH)

Close