Sinan Alçın
Gezi Parkı eylemleriyle başlayan direniş bugün bir haftasını doldurdu. Bazen son damla aslında ilk damlaya dönüşebiliyor.
Başbakanın Gezi Parkını AVM’ye çevireceğini ilanı ve hemen ardından iş makinalarıyla parktaki ağaçların parçalanmaya başlanması, başta uzun süredir taksimdeki “soylulaştırma” projelerine karşı direnen ve 80 demokratik kitle örgütünün oluşturduğu Taksim Platformu olmak üzere devrimciler, çevreciler ve yurtseverler tarafından anında protesto edildi. Park yaşam ve direniş alanına dönüştürüldü. Bu süreçten itibaren “şafak operasyonlarıyla” devletin “müşfik yüzü” görünür oldu. İşte bardağı taşıran son damla buydu. Bardak taştı!
İki gün ve gece süren büyük ve zorlu bir direnişle Taksim meydanı gerçek sahiplerine kavuştu. Aynı anda ülkenin her alanı, her meydanı ve sokağı halk tarafından kuşatıldı. Gaz bombalarına, TOMA’lara ve doğrudan cana yönelik kasta rağmen direniş büyüdü. Bu yazıyı yazdığım saatlerde Beşiktaş ve Ankara’da kitleye yönelik izansız ve insafsız saldırılar tüm şiddetiyle devam ediyordu.
Bu meselenin bir ve en önemli yönü!
***
Taksim direnişi ve ardından gelen zafer sonrası(!) gelişen bir diğer direniş biçimi ise çoklukla dillendirildiği haliyle “pasif direniş” veya “kendiliğinden halk hareketi” oldu. Bu hareket, Susurluk kazası sonrası başlayan “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri gibi, “doğal” gelişen bir tepki türü. O dönemde belli bir saatte belli bir süreyle ışık açıp kapatılması esasına dayalı olan “pasif direniş” şimdi akşam saatlerinde “tencere tava çalma” biçimini almış gözüküyor. Elbette çok kıymetlidir halkın tepkisi. Ancak, bu kendiliğindenci pasif direnişlerin bağlamdan kopukluğu geçmiş deneyimlerde olduğu gibi şimdi de bir süre sonra “hem vallahi hem billahi hiçbir şeye zararımız yok” meşruluğuna(!) dönüşebilir. Bu dönüşüm beraberinde son kaç yıldır kentsel alanların emekçilere kapatılmaması için birçok şeyi göze alarak direnen muhalefet güçlerine ya da iki gün üst üste iş makinasının önünde tek kişilik direnişiyle kazıları durduran sayın vekil Sırrı Süreyya Önder gibi halk kahramanlarına saygısızlık olur. Sadece saygısızlık olsa iyi mücadelenin eksenini de kaydırabilir. Nitekim İzmir’de BDP il binasına gerçekleştirilen saldırılar, “pasif direnişçilerin” mahalle aralarında dillendirdikleri “M. Kemal’in askerleriyiz” genellemeleri mücadeleyi yükseltecek değil aksine bölecek tutumlardır. Elbette isteyen yurttaş Laikliği, isteyen yurttaş başörtüsünü, isteyen yurttaş anadilde eğitim hakkını, isteyen yurttaş hayvan haklarını kendine öncül hedef olarak seçebilir. İşte kapitalizm içindeki demokrasicilik oyunundan farklı olarak özgürlük mücadelesi bunların tümüne karşı saygılı olmayı gerektirir. Aksi durum; genel direnişin bu “pasif” kısmını, kapita-islamist birikim rejimini yaygınlaştırmaya çalışan ve bunun için tüm üretim, yaşam ve doğa alanlarını rant yaratacak şekilde yapılandıran ve bunu da Sünni Müslüman “yeşil kuşak” düşleri için kullanan iktidarın saldırgan tutumunun başka bir türüne dönüştürebilir.
***
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesi aslında ülkede işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul halk kesimlerinin –son kertede- “nefes alma” haklarının bile gasp ediliyor olması anlamına gelmektedir. Evet, bu son damladır ve bardağı taşırmıştır ancak son damlaya kadar bardağı dolduranlar çok önemlidir! Nefes almak kadar önemli olan; bireysel ve kamusal özgürlükler ile örgütlenme, grev, sendika, sekiz saat işgünü, eşit işe eşit ücret, iş güvencesi, parasız bilimsel ve demokratik eğitim hakları ile sağlık hakkının büyük ölçüde gasp edilmesi bardağı dolduranlardır. Bunların tamamı sınıfsal karakterli haklardır.
Bir süredir Hava işçilerinin devam eden grevi, nakış işçilerinin direnişi, mevsimlik tarım işçilerinin yaşam hakkı ve kamu emekçilerinin yarınki “uyarı grevi” Taksim direnişi gibi sahiplenildikçe ve grevler “uyarıdan” genel greve, “pasif direnişler” de genel direnişlere dönüştüğünde herkes için özgürlük daha yakın olacaktır!