Written by 15:09 Allgemein

Kriz ve Türkiyelilik bilinci

Türkiyeli göçmen emekçilerinin sosyal ve kültürel konumları bazı özgünlük ve çelişkiler içermektedir. Bunlar dikkate alınmadan, Türkiyelilerin toplumsal gerçekliği doğru kavranılamaz, dolayısıyla sorunlarına da doğru yaklaşılamaz.

Türkiyeliler, herşeyden önce, son 20 yılda sosyal farklılaşmanın hızla arttığı bir toplumsal grubu meydana getirmektedirler. Bu “misafir işçi” grubundan, azınlığı oluştursalar da, yeni tabakalar (işvereninden bilim adamına kadar) türemektedirler. Elbette Türkiyelilerin çoğunluğu işçidir. Fakat işçilerin de ilginç bir evrimi vardır.

Türkiyeli göçmenlerin özgün proleterleşme süreci

Nitekim Türkiyeli işçilerin, göçle birlikte şekillenen özelliklerinden birisi, baştan beri, sosyal konumlarıyla (işçi olma) bilinçleri arasında bariz bir uyumsuzluğun bulunmasıydı. Türkiye’nin kırsal kesimlerinden gelip taşra kültürü ve ilişkilerini şu veya bu ölçüde koruyan çoğunluğu açısından, bilinçlerindeki evrimin nesnel yönü, köylülükten işçileşmeye doğru olmuştur. Yani, Almanya’daki işçi olarak sosyal konumları, ister istemez işçi bilinci ve kültürünün edinmesini dayatmıştır. Denilebilir ki, çoğunluğu Almanya’ya Türkiye’nin taşralarından gelen yoksul (köylü ve yarı-proleter) emekçiler, Alman işçilerinin bir yüzyıl önce geçirdikleri evrimi (köylülüğün proleterleşmesi sürecini), birkaç yıla sığdırılmış olarak yaşamışlardır. Üstelik bu evrimi de son derece özgün koşullarda geçirmişlerdir.

Bu sosyal arka plan dikkate alındığında, Türkiyeli bir göçmen işçi açısından uyum sorununun, öncelikle ve esasta, fiili sosyal konumuna uygun bir kültür ve bilincin oluşması sorunu olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bunun gerçekleşmesi, kuşkusuz, Almanya’daki “entegrasyon sorunu”nun tüm toplumsal ve hukuki boyutlarıyla çözülmesi demek değildir, ancak sorunun bu anlamda aşılması, bu konunun, kapitalist bir toplumda çözülebileceği göreceli sınırlar açısından esasını/özünü teşkil ettiği tartışmasızdır.

Türkiyelilik, salt farklı bir ülke ve ulusal kültürden olma değil, aynı zamanda fiili sosyal konuma tam tekabül etmeyen bir bilincin her defasında yeniden üretilmesi anlamına gelmiştir. Çarpıcıdır ki, Almanya’da “en alttaki” olan Türkiyeli işçi, Türkiye’de “Alamancı” olarak maddi açıdan oranın orta sınıfına yakın bir konuma kavuşmuştur. Onun, Türkiye’de birikim sahibi “işçi”, Almanya’da ise “birikiminin işçisi” olması, kendi içinde ayrıca başka çelişkilere yol vermiştir. Örneğin, Türkiye’de mülk sahibi olan “Alamancı”, birikimine rağmen, bu ülkenin yerli orta sınıfının kültürünü edinip içselleştirememiştir ve tersinden; Almanya’da işçi olan Türkiyeli, birikimi nedeniyle, bu ülkenin yerli işçilerinin kültürüne mesafeli durmuş, dahası kendisini manevi bakımdan ayrı bir yerde tutmuş, her halükarda ama bilinç ve kültür bakımından sınıfının ferdi olamamıştır. Birikimi ne kadar elle tutulur olsa ve sosyal konumu ne kadar işçi kalsa da, yüzyüze olduğu bu uyumsuzluk nedeniyle, hissiyatı bir nevi kozmopolitikleşmiş, ne orada ne de burada bir türlü kendisi olamamıştır.

Birikim kültürü ve işçi kültürü

Son 20 yılda, başta Türkiye’deki gelişmeler olmak üzere, Almanya’da kalıcılaşma eğilimi ve 3. ve 4. kuşağın ortaya çıkması gibi nedenlerden ötürü, yapılan birikimin Türkiye’den Almanya’ya kaydırılması bilinen bir gerçekliktir. Ancak, bu değişimin önemi, atfedildiği kadar değildir. Önemli olan ve son yıllarda giderek belirginleşen ve içinde bulunduğumuz krizle birlikte daha da kesinlik kazanan, bu birikimin koşullarının adam akıllı ağırlaşması ve çoğunluğu açısından giderek olanaksızlaşmasıdır.

Kabul edilir ki, birikim kültürü, işçi sınıfının değil, esasta küçük burjuvazinin kültürüdür (1 Dipnot!). Bu kültür, küçük burjuvazinin sosyal-ekonomik konumuna tekabül eder, zira bu konumdur o kültürü oluşturan. Ancak, işçi açısından, birikim kültürü, ister istemez kendisine yabancılaşmasını içerir. Tarihsel olarak bakıldığında, köylülüğün proleterleşmesi sürecinde maddi koşulları işçiler için giderek ortadan kalkan bir kültürdür bu. İşçi sınıfının “birikim kültürü”, olsa olsa; sınıf olarak sosyal hak ve özgürlüklerini genişletmek, örgütlülük düzeyini artırmak ve politik bir hareket oluşturmaktır.

Gelgelelim, Türkiyeli işçilerde evrim, tam da bu tarihsel doğallığıyla seyretmemiştir. Buradaki tarihçe son derece özgündür. Tarihin cilvesidir ki, Almanya’daki işçi sınıfının 60’lı, 70’li ve kısmen de 80’li yıllardaki ileri örgütlülük düzeyi ve mücadelesi, “misafir” Türkiyeli işçinin Türkiye’den getirdiği birikim kültürünü, bir süreliğine de olsa, koruma ve yaşatma olanağını sağlamıştır (2). Bilindiği gibi, Türkiyeli işçi, özellikle bu yıllarda birikim yapabilmiş ve kendi sosyal konumuna denk düşmeyen bir kültürü böylelikle muhafaza edebilmiştir. Ancak, bu aynı çelişik olgu bugün tersinden bir gelişmenin de bir göstergesidir: “Sosyal devletin” tasfiyesi ve başta Almanya olmak üzere, Avrupa işçi sınıfının hak ve özgürlükler bakımından mevzi kaybı süreci, aynı zamanda, Türkiyeli işçilerinin özgün tarihi ve ilişkilerinden kaynaklanan bu yabancılaşmanın giderilmesini; yani işçi konumlarına uygun bir kültürü ve bilinci edinme sürecini de hızlandırmaktadır!

Fakat, birikim kültürünün yeniden üretiminin maddi koşullarındaki bu daralmaları, mekanik bir kavrayışla da yorumlamamak gerekir. Bir şeyin maddi koşullarının oluşmasıyla, buna tekabül eden bilincin gelişmesi arasındaki ilişki hemen hemen hiçbir zaman birebir değildir.

Nitekim, Almanya’da işçi sınıfının 1989/91 olaylarıyla (Doğu Almanya ve Sovyetler Birliği’nin çökmesi) belirginleşip kesinleşen yenilgisi, başka şeylerin yanı sıra, işçilerin sınıf olarak hareketi ve bilincinin tahrip olmasına neden olmuştur. Alman işçilerindeki sınıf bilincinin tahribatının Türkiyeli işçiler açısından etkisi, sosyal konumlarına denk düşen (ve aslında ekonomik koşulların ağırlaşmasıyla gelişmesi gereken) işçi bilinci ve kültürünü edinme sürecinin olağanüstü darbe yemesi ve bunun yerine Türkiye menşeli milliyetçi ve dinci görüşlerin yaygınlaşması olarak yansımıştır (3).

Dolayısıyla şunu kesin bir dille söyleyebiliriz ki, Almanya’daki işçi ve emekçilerin koşullarındaki ağırlaşma ve sosyal saldırılardaki artış, genel olarak ülke çapında bir hareketin oluşması ve sınıf mücadelesinin keskinleşmesiyle birlikte gelişseydi, Türkiyeli işçilerin bu ülkenin yerli işçilerinin kültürünü benimseme ve bu benimsemeyi zorlaştıran alışkanlık ve bakış açılarından uzaklaşma eğilimi çok daha fazla güçlenmiş olurdu.

Krizle birlikte girilen süreç

Mevcut ekonomik kriz, yeni bir kapitalist dünya şekillendirmekte. Bu krizde yeni bir dünya düzeni ve ekonomisi biçimlendiği gibi, yeni politik mihraklar ve ittifaklar da oluşmaktadır. Bütün bu olup bitenlerin, dünya ölçeğindeki tüm sınıfların iç ve birbirleriyle ilişkilerini değiştireceği tartışmasızdır. Konumuzu dağıtmamak için şunu belirtmekle yetinelim: Olup bitenler, sınıflar arası dengeleri değiştireceği gibi, her bir sınıfı da kendi doğasına uygun davranmaya zorlamaktan başka bir seçenek bırakmayacaktır.

Peki Türkiyeli göçmen işçiler açısından belirtilenlerin anlamı nedir? Dünya ekonomik krizi ve onun tetiklediği çok yönlü yeni süreç, Türkiyeli göçmen işçilerinin genel olarak çelişik özgün konumlarını aşmayı ve mensubu oldukları sınıfla giderek ideel ve kültürel olarak da birleşmelerini olağanüstü kolaylaştıracaktır. Ancak hemen vurgulanmalıdır ki, buradaki kolaylaşma kavramı, aslında zorlaşmayı ifade eder! Zira, alışık olan ilişkilerin, yaşam tarzı ve kültürün bilinen şekliyle muhafaza edilmesi zorlaşacaktır.

Toplumsal sosyal-ekonomik konumla, bu konuma tekabül eden bir bilinç ve kültürün oluşması sürecinin beraberinde getireceği bu sarsılmalar, aynı zamanda, Türkiyeli göçmenler arasındaki sosyal farklılaşmaların bilincini de geliştirecektir. Kriz, bu yönüyle, Türkiyeliler arasındaki sosyal ayrışmaları daha görünür kılacak; öylesine ki, ‚Türkiyelilik‘, ortak payanda olarak bugüne kadarki ayrıştırıcı rolünü (zira, bu taraftaki “birlik” öteki taraftan ayrılmaya tekabül etmekte!) olagelen düzeyde oynayamayacaktır artık. Kaldı ki, krizle birlikte girilen süreçteki sosyal sarsıntılar, genel olarak kültürleri tekabül ettikleri sınıflara yakınlaştıracaktır (yani, sınıflar kendi kültürlerini yenileyecektir).

Elbette bu sarsıcı süreç tek boyutlu düşünülmemelidir. Örneğin şimdiden, ortak payanda olarak milliyetin (‚Türkiyelilik‘) yerini, dini payanda (‚Müslümanlık‘) almakta, daha doğrusu alması için yoğun çabalar sarf edilmekte. “Avrupai İslam”, burada oluşan Türkiye kökenli yeni orta sınıfının özgün ideolojisi olarak adeta yeniden oluşturulmaktadır.

Kısacası; ekonomik krizle birlikte girilen süreç, bir yandan Türkiyeli göçmenler arasındaki sosyal farklılaşmayı güçlendirmek suretiyle algılanır kılacak, diğer yandan ise, burada doğma/büyüme işçi kuşağının kendi toplumsal konumuyla tezat oluşturmayan bir kültür ve bilinci edinmesinin koşullarını genişletecektir.

Hiç şüphesiz, gelişmelerin doğrultusundan beliren bu olanaklar, ancak yeni görevler olarak kavranıldığı sürece salt olanaklar olmaktan çıkacak ve Almanya’daki işçi hareketinin birliği ve mücadelesinin birer dayanağına dönüştürülebilecektirler. Sorunun bu boyutu ise, bir başka yazının konusudur.

Dipnotlar:

(1)   Burada kastedilen sermaye birikimi değildir. İşçinin birikimi sermayeye dönüşebilir, fakat kapitalistin birikimi baştan sermayedir. Kapitalist, sermayesini biriktirdikçe daha fazla kendisi olur; işçi ise, biriktirdikçe daha fazla kendisine yabancılaşır.

Belirtilenlerden Alman işçilerinde birikim eğilimi olmadığı sonucu çıkartılmamalıdır. Elbette onlarda da bu eğilim, özellikle de “sosyal refah” döneminde, işçileri kapitalist düzene bağlamak amacıyla sermaye tarafından özel olarak teşvik edilmiştir. Buna rağmen, Alman işçilerinin çoğunluğundaki birikim eğilimleri, sınıf atlamaktan ziyade, işçi olarak refahını güvence altına alma özelliğini taşımıştır.

11 Eylül saldırısı sonrasında, Batılı kapitalist ülkelerdeki İslam ülkelerinden gelme göçmenleri hedefleyen töhmetli atmosfer, aynı zamanda, var olan bu gediği büyütmüştür.

Close