Hakkı ÖZDAL
Bugün Ortadoğu’dan taşarak Avrupa’nın kalbine kadar ulaşmış olan ‘tümör’ün ucu, Afganistan’daki Sovyet varlığına karşı girişilen ve ABD’nin orkestra şefliğini yaptığı uluslararası asimetrik savaşa kadar uzanıyor. Sovyetlere karşı ‘Hür Dünya’nın, soğuk savaşın gezegen ölçeğinde yarattığı dengeye karşı uluslararası kapitalist yayılmacılığın o günlerdeki ‘saha müttefiki’ olan Cihatçı-İslamcı gruplar, eski yoldaşı uluslararası sistemin ticari, kültürel ve tarihi merkezlerine son derece etkili intihar dalışları yapıyor, terör saldırıları düzenliyor.
Bu hızlı faz geçişinin en önemli duraklarından biri, ABD Başkanı George W. Bush’un, babasının başladığı işi tamamlamak ve Bağdat, Musul, Basra petrollerinin üstündeki topraklara yerleşmek üzere giriştiği 2003 Irak işgaliydi.
Türkiye, bu harekatın rüzgarına, İslamcı muhafazakarların öncülük ettiği AKP sağcı-koalisyonunun sürpriz ve sıra dışı bir yasama gücü kazanarak çıktığı Kasım 2002 seçimlerinin henüz dumanı tüterken ‘yakalandı’. Ve 1 Mart 2003’te parlamentoya gelen savaş tezkeresi, demokratik, ilerici güçlerin etkin muhalefetinin de etkisiyle burada boğuldu. Türk parlamentosu, önceki onyıllarda ve sonraki 12 yılda pek rastlanmaz şekilde ‘bağımsız’ bir tutum takındı ve tezkereyi reddetti.
Sonradan sızan Amerikan misyonlarının iç yazışmalarının da teyit edeceği şekilde, uluslararası güçler bu sonuçtan, Türkiye egemen sınıflarının iktidarının bir tür rejim sigortası olan ‘generalleri’, Ordu’yu sorumlu tuttular. Ordu’nun, İslamcı tehdide karşı, ‘Batı ekseninden bile kayacak ve farklı ittifaklar düzeyde’ ulusalcı eğilimleri aracılığıyla Meclis’i etkilediğine inanıyorlardı.
Kısa bir süre sonra, iki büyük ve ‘torba’ operasyonla tasfiye edilecek olan bu ‘generaller’ ise, açık ya da örtük olarak, ‘kendilerine Amerikan menşeli bir komplo kurulduğunu’ söyleyegeliyorlar.
Bu operasyonlar, gerçekten de, teknik olarak 90’lar öncesine, kendi kısa ama etkileri uzun ‘soğuk savaş çağı’na ait bir aygıt olan Türk devletinin; küresel pazara entegrasyonu tamamlanacak şekilde bir başka devlete dönüşmesi sürecinde, siyasal ve kültürel olarak etkili oldular. Neoliberal, ‘yeni’ kapitalizmin küresel iştahına elverişli ‘yeni’ Türkiye devletini eskisinden yontarak çıkarma ihalesini, bu işin istekli ve gönüllü müteahhidi olan ‘yeni’ İslamcılar üstlendi. Osmanlı-Türk siyasetinin geleneksel sağ blokunu çevresinde toparlayan bu İslamcılar, sistem dışı yönlerinin avantajlarını da kullanarak devlet içinde hızlı bir tasfiye ve ‘yeniden kurarken yerleşme’ stratejisi izlediler ve rejimin kolonlarına oturdular. Bu esnada, tarihsel ve kültürel karşıtlık üzerine kurulu rıza-oy-meşruiyet devşirme siyasetlerinin karşı ucuna, o torba operasyonlarla yıpratılmış eski sivil-asker bürokrasiyi koymuşlardı.
Küresel çapta bir rüzgarla yelkenlerini şişirmiş olarak hızla ilerlediler.
Ama bugün ‘yeryüzü ummanı’nda da ülke içinde de durum çok farklı. Kişisel zenginleşmeleri de kapsayacak bir ‘yandaş kalkınması’nın kayıt dışı/yasa dışı izlerine yaslanarak karşı saldırıya geçen ‘eski ortak’la hesaplaşma ihtirası ve bu saldırı karşısında hayatta kalma çabası, ‘yeni’ İslamcıları, tam da kendilerini iktidara taşıyan süreçte ‘düşman’ ilan edilen ‘eski’ güçlerle uzlaştırırken, dünyanın ekseni bu köhne çıkar birliğini işlevsizleştirecek şekilde ‘yer değiştiriyor’. Dünyanın tüm egemenleri, 13 Kasım Paris Katliamı’ndan beri, 11 Eylül sonrasını anımsatacak şekilde, bir ‘ortak düşman’ karşısında katılaşıp kristalleşiyor. Bu düşman, sivri ucunu DAİŞ’in oluşturduğu bir aksiyonerlik ve dünyanın efendileri, onu gördükleri her yerde -“bunu ben yarattım” demeden- kalbine kazık çakarak yok etmek istiyor. Duracak, dinleyecek, ‘yerel’ saik ve çıkarlara dayalı sayıklamalara anlayış gösterecek sabra sahip değiller. Bölge politikalarının kullanışlı bir aparatı olmaktan öteyi zorlayabileceğini sanan ve ‘Arap Baharı’ denen alt-üst oluştan bu yana ‘oyun kurucu’ hayallerle sürdürülmüş olan dış politikanın, yani Türkiye egemen sınıflarının devletinin uluslararası pozisyonunun nihai sonu gelmiş durumda. Cihatçılara ya da canhıraş bir savunmayla iddia edegeldikleri üzere ‘Bayırbucak Türkmenleri’ne gidiyor olsun, fark etmez, ‘kendi güçleriyle’ organize ettiği savaş sevkiyatına kendi sınırları içinde bile hakim olamayan bu ‘oyun kurucu’; şimdi Bayırbucak’taki mevzilerinin hezimete uğraması karşısında çaresiz demeçler ve sosyal medya duyarlılığıyla yetinmek, yutkunmak zorunda kalıyor. “Bölgede bu boyutta çatışmalar yokken yardım TIR’ları gönderdiğiniz Bayırbucak’a bu kritik anda neden el vermiyorsunuz” sorusuna cevap vermek yerine, ilkesiz pragmatizmleriyle, sanki TIR’ları durduran, arayan herkesi tutuklamamış, öyle bir yardım varsa yolunu yeniden açmamış gibi, bu yenilgiyi de bir ‘iç mağduriyet’e çevirmekten ötesine geçemiyorlar: “Gördünüz mü, biz işte oraya yardım götürüyorduk!”
Aynı esnada, cihatçılara karşı yurtlarını savunarak bölgenin en önemli aktörlerinden biri haline gelen Kürtlerin Suriye’deki silahlı güçlerini ‘terör’ torbasına sıkıştırmak ve sokağa çıkma yasakları ilan edip yerleşim birimlerini tahrip ederek kontrol altında tutmaya çalıştıkları ‘içerideki’ Kürt savaşında bu yolla avantaj elde etmek istiyorlar. Ama bu umutları da ev sahibi oldukları egemenler zirvesinin sonunda ‘karar verici gücün’ bir fiskesiyle kırılıyor: Patronları, “sahada silahlı Kürt güçleriyle çalışmaya devam edeceklerini” Antalya’dan tekrar ediyor; her şeyin çok hızlı değiştiği Suriye savaşında artık çok eskimiş tampon/güvenli bölge ısrarları doğduğu yerde boğuluyor. Üstüne bir de, neredeyse adları verilerek, cihatçı terörün petrol ticareti yoluyla finansmanı suçlamasıyla karşı karşıya kalıyorlar.
Gerici bir savaş kışkırtıcılığının ve borçlandırılmış alt-orta sınıfların tepesinde sallanan istikrar kılıcının zorbalığıyla; üretimden dışlanmış en yoksul kalabalıkların, bir ‘niyaz’ gibi sunulan ‘sosyal yardım’lar üzerinden tehdit edilmesiyle büyütülmüş seçim zaferi, tüm dünyanın gözü ‘İslamcı şiddet’e ve onun doğma-gelişme iklimine odaklanmışken sönükleşiyor. Fransa’da patlayan silahların ardından ‘yeni Türkiye’ devletinin ve onun eksenindeki ideolojik-kültürel odakların “Avrupa’daki Müslümanların hayatı zorlaşacak”tan öteye geçemeyen ‘batı karşıtlığı’, dikiş tutmaz bir sahne kostümü artık.
Dünyanın dört bir yanına hançer gibi saplanan katliamlar ve terör eylemleri karşısında, bizzat bu terörizmin sorumlularından olan küresel aktörlerin savaş çığlıkları çıkış yolu değil. Küresel etkinliğe ulaşan dinci terörün yeni tedhiş girişimleri ve bunlara karşı lokal-bölgesel askeri taarruzlar kaçınılmaz olarak sürecek belli ki; ama tüm bu travmadan yine ‘toplumlar’ olarak çıkılacaksa, dünya halklarının önündeki yol, laik, eşitlikçi, toplumcu bir rotayla kat edilmeli. Açık-gizli, iç-dış ittifaklarla iktidara tutunagelmiş dinci gericiliğin bu hercümerç içinde yapısal bütünlüğünü koruyarak ‘sağ kalması’ mümkün görünmüyor. Bugün, eski kanlıları olan ‘ulusalcı’ devlet artıklarıyla giriştikleri ‘derin’ ittifak, gezegeni sarsan kasırga karşısında güvenli bir sığınak yaratamayacaktır. Kendi büyük burjuvazisi ve küresel piyasa aktörleri açısından da giderek daha sıkıntılı bir yük olarak görülüyorlar. Tam teslimiyet ve her türlü göreve razı olmak da bu durumu tersine çevirmeye yetmeyecek gibi… Ancak parçalanacak statükodan geriye ‘yeni bir yeni Türkiye’ yontulmasına izin vermemek için, bir yandan o statükoyu nüfuz ettiği her yerde dikkatlice izlemek, bir yandan da ‘kazanan’ egemen güçlerin ‘yeni’ saldırılarına karşı hazır olmak gerekiyor. Türkiye seçimlerinden çok daha etkili olan ve çok daha hızlı değişen ‘tarihsel gerçeklik’, kapıları kılıç şıkırtılarıyla çalıyorken yılgınlık ve hayal kırıklığıyla kaybedilecek vakit yok.