Written by 12:37 uncategorized

Paylaşım ve mali sermayenin iktidarı

Rakamlar açıkça ortaya koyuyor: 70’li yılların başında, Almanya’da ücret bağımlılarının milli gelirdeki payı yüzde 72 idi. Ücret oranı adı verilen bu oran, 2008’de yüzde 62’ye geriledi.

Bu rakamlar şu anlama geliyor: Almanya’da aşağıdan yukarıya doğru devasa boyutlara ulaşan bir yeniden paylaşım yaşanıyor. Çünkü ücret oranındaki bu düşüşün arkasında mutlak rakamlarla ifade edildiğinde her yıl yüzlerce milyar Euro’nun artık ücret bağımlılarının cebine değil, tersine işverenlerin, serbest meslek sahiplerinin, spekülatörlerin ve servet sahiplerinin kasasına aktığı gerçeği yatıyor.

Bu yılki “Dünya Zenginlik Raporu”na göre, dolar milyoneri olan bu kesimlerin sayısı, ortalamanın üstünde bir artışla 2011’e oranla yüzde üç çoğalarak 951 bine (Euro milyoneri olarak ifade edildiğinde 920 bine) çıktı. Almanya böylece ABD ve Japonya’nın ardından dünya sıralamasında üçüncülüğe yükseldi. Burada adı geçen servet, nakit para birikimi, tahviller ve sigorta poliçelerinden oluşan mali servettir. Almanların elinde bulundurdukları özel servetin, yani gayrimenkulleri, işletme sermayesini ve mali serveti kapsayan servetin toplamı ise, Alman Merkez Bankası’nın tahminlerine göre 12 trilyon Euro tutarında. Bu rakam 1992 yılında beş trilyonun altındaydı ve krize rağmen, 2007-2010 yılları arasında 1,4 trilyon arttı. (Bkz. 6 Ekim tarihli FAZ, sayfa 13) Bu noktada da toplam servette pay sahibi olanların oranına bakmak bizi ilginç sonuçlara götürüyor. Son 10 yıllık zaman dilimi içinde, nüfusun en zengin yüzde onluk bölümünün toplam servette sahip olduğu pay yüzde 45’ten 53’e çıktı. Nüfusun daha zengin olan yarısı ele alındığında, toplam servetin yüzde 99’una sahip olduğu ortaya çıkıyor. Burada da kesin olan şu: Özellikle son onyıllarda Almanya’da devasa boyutlarda aşağıdan yukarıya bir yeniden paylaşım yaşandı.

Bu bağlamda bir de Doğu Almanya’nın özel durumuna değinmek gerekiyor. Herhalde dünyanın başka hiçbir bölgesinde, yerli halkın işletmelerin üretken sermayesindeki payı bu kadar düşük değildir. DDR’deki işletmelerin parçalanıp özelleştirilmesinden sonra bu sermayenin yüzde 90’ı Batı Almanların, yüzde beşi de yabancıların eline geçti. Buna paralel olarak Doğu Almanların özel servetteki payı da geriledi.

Eski DDR aynı zamanda, 90’lı yılların başından itibaren, üst düzeyde aşağıdan yukarıya yeniden paylaşım deneylerinin gerçekleştirildiği bölge oldu. Toplumsal bir ayaklanma ile karşılaşmadan düşük ücretli işlerin yaygın olduğu bir bölge yaratma çabaları başarıya ulaştı. Bunun sonucunda, SPD-Yeşiller hükümeti 2000’li yılların başında sosyal güvencesiz işlerin ülkenin batısına doğru yaygınlaştırılmasının yolunu açmış oldu. Bugün gelinen noktada, ülkenin tamamı geçtiğimiz onyıl diliminde ücret bağımlılarının reel ücret kaybı yaşadığı tek AB ülkesi haline getirildi.

Federal Almanya, dünya çapında benzeri zor bulunur bu yeniden paylaşım politikasıyla birçok açıdan dünya ekonomik krizini, Euro krizini ve devlet borçları krizini ortaya çıkarak etkenlerden biri oldu. Reel ücretlerin düşürülmesi, Alman işpazarında durgunluğa yol açarken, buna karşı ihracata dayalı ekonomiyi güçlendirdi. Üretim sürecinde, parça başı maliyetteki ücret oranı alt seviyelere çekilerek diğer AB üyesi ülkeler ekonomik açıdan köşeye sıkıştırıldı. En zengin Almanların cebine akan devasa ölçülerdeki meblağlar büyük oranda, başta ABD’ye, ticaret açığını finanse etmek üzere ihraç edildi. Almanların, ABD’de yaşanan ve 2007’de krizin ortaya çıkmasına yol açan ipotek senetleri üzerindeki spekülasyondaki payı oldukça yüksektir. Bu kriz sonucunda ABD’deki Lehman-Brothers Bankası’nın 2008’de iflas etmesinin ardından Euro Bölgesi ülkelerinin kendi ulusal bankalarını ve buna bağlı olarak kendi milyonerlerinin servetini kurtarma çabaları, ulusal bütçelerdeki açıkların ve dış borçlanmanın artmasına yol açtı ve birçoğu açısından borçlanma krizi sonucunu doğurdu. Federal Hükümet, Ekim ayında Alman bankaları için 480 milyar Euro tutarındaki kurtarma fonunu gündeme getirdi. Almanya’daki devlet borçlanması kısa sürede artarak, gayrı safi milli hasılanın yüzde 60’ından yüzde 80’ine çıktı. Bankaları kurtarmak üzere gerçekleştirilen borçlanma artışı da, (konjonktür destekleme önemlerine dayalı çok küçük bir bölümü dışında) aşağıdan yukarıya yeniden paylaşımdan başka birşey değildir. Bu borçlar, neredeyse tamamı toplumun en zenginlerinin elinde bulunan servet toplamına denk düşüyor. Bugün AB ülkelerinin neredeyse tamamında, dünya ekonomi tarihinde radikalliği ve etkilerinin derinliği bakımından örneği bulunmayan ve ücret bağımlılarının, yoksulların ve yaşlıların sırtına yıkılmış bir aşağıdan yukarıya yeniden paylaşım gerçekleştiriliyor.

Bunun ardından 2009 yılında, ABD’den yayılarak tüm dünyayı kapsayan, bugüne dek süren ve daha ne kadar süreceği öngörülemeyen klasik bir üretim fazlalığı krizi başladı. ABD halkı tüketimini büyük ölçüde daralttı ve böylece Çin ve Almanya gibi ülkelerden gelen malların tüketicisi olmaktan çıktı.

70’li yılların ortasındaki ekonomik krizden sonra “Neoliberalizm” tanımlamasıyla uygulamaya geçirilen bu siyasetin yol açtığı genel sonuç yıkıcı olmuştur: Kitlesel işsizlik, artan yoksulluk, yönetenlerin içinde bulundukları çaresizliğin ifadesi olan gülünç öneriler ve yönetilenlerin memnuniyetsizliği.

Tepeden sürdürülen bu sınıf mücadelesi, Almanya’da henüz güçlü bir direnişin ortaya çıkmasına yol açmadı. Çok sayıda örgüt, sendikacı ve sol parti, ilk kez “Adil yeniden paylaşım” talebiyle 29 Eylül’de gerçekleştirilen gösterilere katılma ve bu olumsuzluklara karşı çıkma çağrısı yaptı. Ülke düzeyinde Berlin, Bochum, Frankfurt, Köln ve Hamburg’ta ve 40 ayrı kentte 40 bini aşkı insan sokaklara çıktı. Bu sayı az gelebilir. Ancak Sol Parti’li Gregor Gysi’nin de ifadesiyle, “krizin sonuçlarının henüz Almanların oturma odalarına ulaşmadığı” gerçeği gözönünde bulundurulduğunda, bu sayının bir başlangıç için az da olmadığı görülecektir.

Eylemlerin düzenleyicileri, özellikle bir “zenginler vergisinin” veya servet vergisinin çıkarılmasını, miras vergisinin artırılmasını, bu yolla örneğin verdi sendikasının vurguladığı gibi zenginliklerin aşağıya doğru yeniden paylaştırılmasını talep ediyor. Diğer sendikalar ise farklı bir bakış açısına sahip. Özellikle İG Metall eylemlere katılmadı. Geçmişte de “ücretlerden feragat” ve “yatırım alanı Almanya’nın güvence altına alınması” (diğer bir deyişle diğer ülkelerin sanayilerini işçi haklarını kısıtlayarak dize getirme) politikasını savunanların saflarında yer almıştı ve buna bağlı olarak bugünkü olumsuzluklara ortak olmuştu. Bu sendikanın, sömürünün en iğrenç biçimi olan güvencesiz işlere karşı çıkmakla yetindiğini görüyoruz.

Bu yolla iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin daha iyi anlaşılması sağlanamaz. Oysa bu anlayış, geniş, dayanışmacı ve enternasyonalist bir hareketin en temel önkoşuludur. Son yıllarda, aşağıdan yukarıya paylaşımın gerçekleştirilmesinde elde edilen başarı, mali sermayenin egemenliğini yeni tarzda sağlamlaştırdığını göstermektedir. Mali sermaye bugün, tekel karlarını geçmişe oranla çok ileri boyutlarda artırabilme konumundadır. Bu yüksek kar oranını, siyasi önlemlerle güvence altına almaktadır. Bunun için kamu mallarının özelleştirilmesi, kuralsız finans kuruluşlarının rol almasını sağlama ve zor duruma düştüklerinde devlet garantileriyle kurtarılmaları gibi bir dizi önleme başvurmaktadır. İnsanlar bu durumu çoktan gündelik bilinçlerine çıkarmıştır. Özellikle bu neoliberal modelin böylesi bir “başarı” elde ettiği Almanya’da siyasetçiler ve medya, bu algıyla mücadele etmek için ellerinden geleni yapıyor. Aşağıdan yukarıya yeniden paylaşım talebiyle gerçekleştirilen bu eylemler de, mali sermayenin bu egemenliği daha iyi anlaşılır olduğu ölçüde önemini artıracaktır. Finans sektörünün iktidarı zayıflatılmadığı, etkisi azaltılmadığı ve kurallara uyması sağlanmadığı koşullarda bu mümkün olmayacaktır. Bunu sağlamak için de çok sayıda müttefik var. Hatta halkın çoğunluğunun da bundan yana olduğunu söyleyebiliriz.

 

Arnold Schölzel

Close