Written by 13:16 Allgemein

Savaşa ve yoksulluğa hayır!

Bundan 72 yıl önce, 1 Eylül 1939’da Hitler faşizminin Polonya’ya saldırmasıyla başlayan İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’nın yarattığı büyük tahribatlar, yıkımlar ve katliamların ardından bir kez daha benzer büyük savaşların olmaması yönünde bütün yapılanlara rağmen, içinde yaşadığımız gezegen adeta kan çanağına dönüştürülüyor…
Bir taraftan Afganistan, İsrail-Filistin, Somali, Irak, Libya, Türkiye, Pakistan, Sri Lanka vd. toplam 28 ülkede devam eden savaşlarda her gün yakıp yıkmalar ve yeni ölümler yaşanırken, aynı zamanda dünyamızda hızla dalga dalga yayılan ekonomik krizin etkisiyle emekçiler işten atılıp, yoksulluğa mahkum ediliyor diğer taraftan da silah tekelleri karlarına kar katıyor.
Ölümle yaşam arasındaki çizginin iyice inceldiği savaşlarda yüzyıllardan beri hep ezilenler, yoksullar, kadınlar, çocuklar ve elinde kendisini savunacak hiç bir şeyi olmayan siviller mağdur oldu, can verdi.
Egemen güç ve sınıflar bir yandan nüfus ve etki alanlarını genişletmek, karlarına kar, zenginliklerine zenginlik katmak, ganimetleri paylaşmak için savaşlarını sürdürürken diğer taraftan da mağdurların süren savaşlara, kan ve göz yaşına karşı barış içinde huzurlu bir yaşam mücadelesi sürdü gitti. Savaş ve barış hep bir arada bulundu, birlikte anıldı. İnsanlık, bu yıl da 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü savaş tamtamları, yoğun silah satışları eşliğinde geride bıraktı.
AFGANİSTAN İŞGALİ 10.     YILINDA
Hiç şüphe yok; son on yılın en büyük savaşları da, emperyalist devletler tarafından jeo-stratejik amaçlar ve petrol için “teröre karşı savaş” gerekçesiyle Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesi dolayısıyla yaşandı. 11 Eylül saldırısından hemen sonra 7 Ekim 2001’de ABD ve İngiltere öncülüğünde Afganistan’ın işgal edilmesinin üzerinden tam 10 yıl geçti. “Terörle mücadele”, “insani yardım”, “Afgan kadınlarını kurtarma” söylemi eşliğinde gerçekleştirilen işgal, Afganistan’ın sorunlarını çözme yerine ağırlaştırdı. Onbinlerce kadın ve çocuk NATO’ya bağlı birlikler tarafından öldürüldü. Gelinen aşamada halkın yüzde 61’i yoksulluk sınırının altında yaşamını sürdürüyor.
NATO ve müttefiklerinin yüksek teknoloji ile donatılmış ordusuna karşı direniş hiç dinmedi ve binlerce işgalci asker hayatını kaybetti.
10 yıl içinde tam bir enkaz haline getirilen Afganistan’da işgalci güçler sonunda geri çekilme planları yapmaya başladı, bir çok destekçi ülke ise askerlerini çoktan çekti. ABD ve İngiltere’den sonra Afganistan’da en çok asker bulunduran ve halkın tepkisine rağmen işgal politikalarına devam eden Almanya hükümeti de, sonunda aşamalı olarak askerlerini 2012’nin sonuna kadar çekme kararı almak zorunda kaldı.
Dolayısıyla, Afganistan’da bulunan Alman askerlerinin derhal geri çekilmesi talebi bu 1 Eylül’de güncelliğini korudu ve önümüzdeki aylarda da korumaya devam edecek. İşgalin 10. yılını değerlendirmek üzere Aralık ayında Bonn’da bir araya gelecek NATO üyesi ülkeler ve işgale asker veren diğer ülkelerin temsilcilerine karşı hem eylemler hem de uluslararası bir konferans düzenlenecek. İşgalin muhasebesini yapma bakımından önemli olan konferansa dünyanın pek çok ülkesinden savaş karşıtı katılacak.

DİKTATÖRLER VURGUSU ARTTI
Afganistan ve Irak’ı “terörle mücadele”, “kimyasal silahlar” vb. bahaneler ileri sürerek, asıl olarak ise petrol ve stratejik çıkarlar için işgal eden emperyalist devletler, Kuzey Afrika ve Arap ülkelerini de “zalim diktatörlere karşı insan haklarını savunma”yla gerekçelendirerek işgal etmeye başladılar.
Arap ayaklanmalarının başlangıç yeri olan Tunus’ta istediklerini alamayan emperyalistler, Mısır, Libya, Suriye, Yemen gibi ülkelerde ise yıllarca işbirliği yaptıkları diktatörleri devirmek için ortaya çıkan halk hareketlerini yedeklemek için yoğun bir çaba içerisine girdiler ve bir çok ülkede bu konuda istediklerini almış durumdalar. Libya’da olup bitenler bunun en açık örneği. Demokrasi ve insan hakları adına işbirlikçilere verilen askeri ve ekonomik destek üzerine gerçekleştirilen işgal operasyonları sırasında binlerce kişi öldürüldü. Öyle görünüyor ki; Libya’dan sonra benzer bir operasyon Suriye’ye, olanaklar ve koşullar elverdiği ölçüde İran’a düzenlenecek.

KAPİTALİZM KRİZDE, SİLAH TEKELLERİ KARDA
ABD ve Avrupa’da 2007’de başlayan ekonomik kriz kendisini “devletlerin iflası” şeklinde şiddetlendirirken, silah tekelleri yeni paylaşım savaşlarını tetiklemek için elinden geleni yapıyor. Daha fazla kâr etmesinin tek şartı daha fazla kan ve ölüm olan silah endüstrisi süren krize rağmen, kârını gerilim ve çatışmalardan  artırıyor.
Afganistan’ın işgal edilmesiyle birlikte dünya ölçeğinde silah satışları yeniden artmaya başlamıştı. Merkezi Stockholm’de bulunan SIPRI enstitüsü tarafından yapılan açıklamaya göre 2002-2009 yılları arasında dünya genelinde silahlanmaya ayrılan bütçe iki katına çıktı. Ve 100 büyük silah tekeli cirosunu yüzde 8 artırarak 296 milyar Euro’ya kadar yükseltti. Aynı süre içinde dünyanın en büyük 10 silah tekeli ise karını yüzde 59 artırdı.
Silah satan ülkeler sıralamasında Almanya, ABD ve Rusya’dan sonra üçüncü sıraya yerleşti. Almanya’yı Fransa ve İngiltere takip ediyor. SIPRI’nin verilerine göre bu beş ülke dünya silah ticaretinin yüzde 75’ini elinde tutuyor.
2004-2009 yılları arasında Alman silah tekellerinin satışı iki katına çıktı. En çok silah satın alan ülkelerin krizdeki Yunanistan ile Türkiye olması dikkat çekiyor.
Ekonomik kriz gerekçesiyle silah satan ülkelerin bütçelerinde yapılan kısıtlamalarda silah sanayi neredeyse hiç etkilenmedi. Dolayısıyla, “terörle mücadele”, “insan hakları” adına Asya’dan Afrika’ya, Ortadoğu’ya kadar uzanan coğrafyada son 10 yıl içinde gerçekleştirilen savaşlar ve çatışmalar silah sanayisine taze insan kanı akıttı ve bu yolla kârlarına kâr kattılar.

SİLAH VE SAVAŞLARIN OLMADIĞI BİR DÜNYA İÇİN
SSCB’nin resmen dağılışının 20. yılı bilançosunun yapıldığı şu dönemde, kapitalist dünyada insanlığın refaha değil daha fazla açlığa-yoksulluğa, barışa değil savaşa  mahkum edilmek istendiği artık daha açık ve net olarak görülüyor. Emperyalist devletler ve onların tekelleri arasında yeni pazarlar ve kâr için başlayan rekabet giderek sertleşiyor ve bu nedenle daha büyük, bölgesel savaşlar uzak bir olasılık olarak görünmüyor. Aynı zamanda ekonomik krizin faturasının emekçilere bindirilmesi, silahlanma bütçelerinden kesintilerin yapılmaması ile birleştirildiğinde, tünelin ucundaki ışığı görmek daha kolay olacaktır.
Emperyalist devletlerin ve onların silah tekellerinin “barış” diye bir derdi olmadığına göre, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyanın ancak işçilerin, gençlerin, kadınların ortak mücadelesiyle kurulması tek seçenek olarak önümüzde duruyor. Dolayısıyla dünya genelinde savaşların ve çatışmaların durması, açlığın ve yoksulluğun önüne geçilmesi için savaşa, silahlanmaya karşı mücadele günden güne önem kazanıyor. Aynı zamanda savaşların olmadığı bir dünyada yaşamak için de son büyük bir savaşın daha verilmesi kaçınılmaz görünüyor.

YÜCEL ÖZDEMİR

1 Eylül: Savaşa Karşı Gün

1 Eylül, ilk olarak Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DDR) tarafından 1950’li yılların başında “Dünya Barış Günü” olarak ilan edildi ve bu çerçevede etkinlikler düzenlenmeye başlandı. Hitler ordusunun 1 Eylül 1939’de Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya Savaşı’nı başlattığı gün olan bu tarih, daha sonra Alman Sendikalar Birliği (DGB) tarafından Federal Almanya’da (BRD) “Savaşa Karşı Gün” olarak ilan edildi. İlk olarak 1 Eylül 1957’de “Savaş bir daha asla!-Nie wieder Krieg” sloganıyla gerçekleştirilen etkinliklere katılım yıldan yıla arttı. Bunun üzerine DGB, 1961 yılındaki 1 Mayıs kutlamalarını “Bütün dünyada barış ve özgürlük için” sloganıyla gerçekleştirdi. 1966 yılında yapılan DGB Genel Kongresi’nde 1 Eylül’ün savaşa karşı barış günü olarak ilan edilmesi kararı alındı. (YH)

Close