Written by 13:32 uncategorized

SIĞINMACILARA YENİ DUVAR; ‘Çember içinde çember’

Akdeniz’den gelen hiç bir balığı yemiyorum artık, balıklarla birlikte; Libyalıları, Somalileri, Suriyelileri ve Iraklıları yemekten korkuyorum…”

İtalyan Şair Aldo Busi bu sözleri dile getirdiğinde, dünya Lampedusa etrafında batan tekneleri konuşuyordu. Şarkılara esin kaynağı olan o güzelim ada, toplu ölümlerle bir arada anılmayı hiç hak etmiyordu elbette…

Akdeniz’de durum şimdi daha iyi olsaydı keşke ama değil, her şey daha da berbat!

KIYIYA VURAN İNSANLIK

Yaz tatilini Akdeniz’de geçirmeye karar veren insanlar, kıyılara vurmuş cesetlerle karşılaşıyor. Vücutlarını güneşe yatırmış turistlerin yanından sürünerek geçen ıslak giysili, can simitli Afrikalılar fotoğraf karelerine takılıyor. Onların da durumu dramatik fakat en azından denizde boğulan akrabalarından daha şanslılar!

Sahilde romantik akşam güneşinin batışını seyre çıkan çiftler, üzeri alüminyum folyolarla örtülmüş şişkin cesetleri umursamaz görünüyorlar. Akdeniz kıyıları, yaşam hakkı ile bu hakkı yadsımanın ve ne yazık ki bu yadsımayı kanıksamanın iğrenç bir kesişme noktası oldu. Acaba kıyıya vuran şeyler insan cesetleri değil de köpek ya da kedi cesetleri olsaydı; turistlerin o ceset yüzen sularda ayaklarını tatlı tatlı çırpması bu kadar olağan olur muydu? Haber merkezlerine düşen o dehşet fotoğraflara bakınca; lanet okumak yerine en fazla böyle iğneleyici sorular sorabiliyor insan, ne yaparsın?

Toplumlar böylesi durumda nasıl tepki vermeliler? Rus işgalinde yenilgiye uğrayan Çerkesler 150 yıl önce Karadeniz sularını aşarak Osmanlı’ya sığınmışlardı. “Yolculuk” esnasında hastalanıp ölenlerin cesetleri hiç bekletilmeden denize atılıyordu. Yük kapasitesini aşan fukara gemiler ise Çerkeslerle birlikte Karadeniz’in derin sularına gömülüyordu. Atalarının balıklara yem olmasına katlanamayan Çerkesler yıllarca balık yemediler. Çerkeslerin önemli bir bölümü hâlâ bu geleneği sürdürüyor. Ve Aldo Busi’nin sözleri 2015 dünyasında bizi insanlığa çağırıyor.

İKİNCİ SAVAŞTA MÜLTECİLER

Avrupa İkinci Dünya Savaşı sonrası en büyük mülteci krizini yaşıyor…”

Haber böyle… Peki, İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’nda nasıl bir mülteci krizi vardı? Orayı biraz açmak gerek. İkinci büyük savaş Avrupa merkezliydi ve faşizm sonrası Avrupa’dan kaçan kaçanaydı. İşin ironik tarafı şu ki; o zaman kıta Avrupa’sını saran savaştan kaçan mültecilerin önemli bir bölümü soluğu Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde aldı!

O zamanlar (1940’lı yıllar) Avrupa’dan kaçanların göçmen mi, sığınmacı mı yoksa mülteci mi oldukları da bugünkü kadar tartışılmadı! Adı üzerinde işte; o dönem mevzu haberde “mülteci krizi” olarak geçiyor. Yani ülkelerinden kaçanlar doğrudan politik nedenlerle ve savaş mağduru olarak kabul ediliyor. Ama bugün etrafını bentlerle ören Avrupa Birliği tam tersini yapıyor; yani mevzuyu “göçmen krizi” tartışmasına sıkıştırıyor. AB, Afrika’dan ve Ortadoğu’dan akın akın Akdeniz’e açılan insanların savaştan ve dolayısıyla politik bir nedenden ötürü kaçtıklarını kabul etmek istemiyor. Bunun içindir ki onları bırakalım mülteci olarak kabul etmeyi sığınmacı olarak bile görmek istemiyor!

BAN Kİ MOON’UN TELAŞI

Bu yıl yaklaşık 340 bin insanın Avrupa sınırlarından geçtiği söyleniyor. BM Genel Sekreteri Ban Ki moon durumdan fena halde paniklemiş olacak ki; 30 Eylül için New York’ta bir zirve düzenleme çağrısı yaptı.

Oysa bu rakam 740 milyon nüfuslu Avrupa’nın sadece 0.045’ini oluşturuyor. Yaklaşık 2 milyon Suriyelinin yaşadığı Türkiye ile 1 milyondan fazla Suriyeliyi sınırlarına dahil eden Lübnan’ı düşününce bu rakam devede kulak kalıyor.

AB’nin, sığınmacıları taşıyan Triton teknelerini batırmak için Avrupa Konseyi’nden askeri yetki istemesi hafızalardan henüz silinmedi. O zaman üç maymunu oynayan BM ve Ban, bugün AB’nin çağrılarına kulak vermekte hiç gecikmedi.

Kısacası, AB içindeki süper güçler “çember içinde çember” örerek kendilerini -iç kalede- sığınmacı akınına karşı sağlama alıyor. Önümüzdeki 50 yılın özellikle Afrika’dan gelecek çok daha büyük göç dalgalarına tanık olacağı fikri üzerinde birleşen analizciler, AB’yi yeni stratejiler konusunda da ikna etmiş görünüyor. AB içinden gelen kimi açıklamalar da bunu doğruluyor zaten:

Macaristan’ın Sırbistan sınırına 175 kilometrelik tel duvar yapmasını eleştiren Almanya Dışişleri Bakanı Steinmeier, duvar yerine sığınmacıların ülkelere “adil” bir şekilde paylaştırılmasını istiyor. Sığınmacılarını birbirine yıkarak işin içinden sıyrılmaya çalışan Avrupa Birliği ülkeleri, bir yandan da gelenleri geldiklerine pişman edecek uygulamalara imza atıyor.

Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz bakın Yunanistan’ı nasıl eleştiriyor: “Yunanistan sığınmacılara ‘geçin, devam edin’ demeyi bırakmadığı sürece Avusturya, Almanya ve İsveç’e gelen sığınmacı sayısı artmaya devam edecek…”

Alman basınına yansıyan iddialara göre; göçmenlerin kimliklerinin belirlenmesi ve barındırılması işlemlerinde kullanılmak üzere Batı Balkan ülkeleri ve Türkiye’ye 8 milyon Euro yardım yapılacak. Ayrıca “geri kabul” antlaşmasıyla Türkiye, toprakları üzerinden AB ülkelerine geçmiş düzensiz göçmenleri geri kabul edecek. Yani yakalanan ‘kaçak’ göçmenler Türkiye üzerinden giriş yapmışlarsa Türkiye’ye geri gönderilecek. 2016 itibariyle bu işlemler başlayacak vs, vs…

EN BÜYÜK KAÇAKÇI

…Avusturya’nın Burgenland eyaletinde otoyol kenarına terk edilmiş halde bulunan kamyonun kasasındaki göçmenlerin ölü sayısı 71’e yükseldi….”

Bir toplu katliam sahnesinden farksız olan bu haber geçtiğimiz hafta yayımlandı. Sosyal medyaya düşen fotoğraflar tam anlamıyla korkunçtu! Balık istifi sıkıştırılmış insanlar oturmuş vaziyetteydi ve hepsinin boynu yana düşmüştü… Havasızlıktan ve susuzluktan ölen 71 insanın içinde çocuk ve kadınlar da vardı.

Bu katliamlar Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi”sine şapka çıkartacak cinsten! Tıpkı romandaki gibi; aslında hemen herkes (devlet, bürokrasi, polis vs.) bu katliamların geleceğini biliyor. Lakin kimse bunu önceden söylemiyor, buna dur demiyor…

Geçtiğimiz haftanın bir trajik haberi de; lastik bot üzerinde yaşam savaşı veren mültecilere ateş açılma olayıydı. Açılan ateşte bir mülteci hayatını kaybetti.

Bütün bu olaylar ve haberler bize ne anlatıyor? Tablo aslında çok açık; Zira, AB sığınmacılara dönük inceltilmiş yeni taktikler peşinde koşarken, katı güvenlik politikalarını da öyle hemen elden bırakmıyor.

Bütün bu katliamlar karşısında egemen-medya ne yapıyor peki? En fazla insan kaçakçılarını, insan tacirlerini hedefe koymakla yetiniyor. “En büyük kaçakçı”yı yani suç ortaklığı yapan devletleri ise görmüyor, görmek-göstermek istemiyor.

ÖLÜM YOLU BİRDEN NASIL GENİŞLEDİ?

Savaş, ölüm, açlık ve hastalık yüzünden zorunlu göç eden insanların yaptığı çileli yolculuğa genel olarak “umuda yolculuk” deniyor. “Umut” ne kadar büyürse “yolculuğa” çıkanların sayısı da o oranda büyüyor.

Son haftalarda Akdeniz’in yanı sıra Ege ve hatta Marmara’da bile teknelerin, botların sayısı olağanüstü artış gösterdi. Bodrum ve İzmir’de can simidi ve şişme botlar karaborsaya düştü! Sadece denizde değil, karada da sığınmacılarda ciddi bir hareketlilik gözleniyor. Peki neden?

AB “düşmanı” uzakta karşılamak yerine Yunanistan adalarında, Balkan topraklarında tutmayı belki de daha gerçekçi buluyor. Bu yeni taktik; sığınmacıları denizleri aşma, telleri geçme konusunda daha da cesaretlendiriyor. Fakat göç damarları büyüdükçe tabutların sayısı da artıyor.

Bütün yatırımını Esad rejimini devirmek üzerine kurmuş ve bunun karşılığı olarak 2 milyon Suriyeliye sınırlarını açmış Türkiye ne yapıyor peki? Girişte olduğu gibi çıkışta da sığınmacılara “açık kapı” uygulaması getiriyor! “Misafirlerine” sığınmacı-mülteci statüsü tanımak yerine, (İzmir ve Bodrum sahillerinde olduğu gibi) onlara “AB’ye çıkış kapısı”nı gösteriyor.

Kısacası, bütün devletler batan gemilerini “yükü” azaltarak kurtarma derdinde.

 

Ercüment AKDENİZ

Close