YÜCEL ÖZDEMİR
Alman basınında pazartesi günü Çin’in kuzeyindeki liman kenti Tianjin’de yapılan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) zirvesi dolayısıyla yer alan haberlerde, en çok Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Rusya Devlet Başkanı Putin’in elini tutarak Çin Devlet Başkanı Şi’nin yanına götürmesi ve üçünün verdiği samimi görüntülere dikkat çekildi.
Çin-Hindistan-Rusya yakınlaşmasının dünyadaki güç dengelerini nasıl değiştirebileceği ve Batı’nın buna karşı ne yapabileceği üzerine değişik analizler yapıldı, yapılmaya da devam edecek. Son ŞİÖ toplantısı bir bakıma Çin ve Rusya’nın ABD ve NATO’ya karşı güç gösterisi yapmasına vesile oldu. Ancak, aynı şeyi ŞİÖ’nun bütün üyeleri için söylemek için ise henüz erken.
Ekonomik ve askeri olarak ABD’nin “düşman” ilan ettiği ülkelerin başında gelen Çin, benzer bir güç gösterisini toplantıdan iki gün sonra, Japonya ve Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinin 80. yılı dolayısıyla başkent Pekin’de yaptı. Bugüne kadar yapılan en büyük askeri geçit törenini ŞİÖ toplantısının devamı olarak okumak gerekiyor.
12 bin askerin katıldığı, uzun menzilli füzeler, insansız hava araçları, son teknolojik silah sistemlerinin sergilendiği tören gerçekten de bir güç gösterisiydi ve Batı’yı askeri müdahaleler konusunda yeniden düşündürmeye davet eden sahneler vardı. Çin’in “Büyük Savaş”ın bitişi vesilesiyle en büyük askeri töreni bu yıla saklaması da tesadüf olmasa gerek.
Çin’in güç gösterisi sadece askeri değil, diplomatik açıdan da önemliydi. 26 ülkeden devlet ve hükümet başkanının katıldığı 80. yıl kutlamasında Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından hakkında tutuklama kararı çıkarılan Putin’in el üstünde tutulması, Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jung-un’un baş konuk olarak ağırlanması da, Batı’ya ittifakına verilmiş ciddi bir mesajdı.
Bu mesaj, Çin’in emperyalist paylaşım mücadelesinde Batı’nın hedefinde olan ve Batı ile arasında mesafe koymak isteyen ülkelere hamilik etmek istediğinden başka bir şey değil. ABD ve AB’nin askeri gücünü sürekli arttırması, belirlenen ekonomik ve politik koşullara uyamayanları sürekli tehdit etmesine karşı çıkanlar Çin’e, dolayısıyla ŞİÖ ve BRICS’e yanaşabilirler. Nitekim her iki örgüte katılımın sürekli artması da bunu gösteriyor.
Ekonomik ve askeri gücünü son 20 yıl içinde büyüten, dünyanın pek çok ülkesine Kuşak-Yol projesiyle önemli yatırımlar yaparak bu ülkeleri kendisine bağlayan Çin, buna rağmen henüz Batı’nın lideri durumundaki ABD ile boy ölçüşecek durumda değil. Yaptığı ittifaklarla bir denge kurma niyetinde olduğu da açık. Şi’nin ŞİÖ toplantısında sarf ettiği “Eşit ve çok kutuplu dünya” temennisi önce bir dengenin kurulmasını istendiğini gösteriyor. Batılı emperyalist ülkeler tarafından düşman ilan edilen Putin’in el üstünde tutulması, Pekin’in Moskova ile stratejik bağlar kurulmak istendiğine işaret ediyor. Çin ekonomisinin ihtiyaç duyduğu devasa enerjinin kaynaklarından biri olan Rusya, hem sahip olduğu askeri güç hem de geniş pazarı nedeniyle oldukça cazip görünüyor.
İçinden geçtiğimiz emperyalist paylaşım sürecinin özellikleri her iki ülkeye “zorunlu ittifakı” dayatıyor. ABD liderliğindeki Batı, yüzyıllara dayanan egemenliğini sürdürmenin çabasını verirken, Batı’nın hışmından kurtulmak isteyenler Doğu’da bir arada tutunmanın yollarını arıyor. Bunu yapamadıkları takdirde sonlarının Batı tarafından kontrol altına tutulmak olduğunu görüyorlar.
Nüfus bakımından dünyanın en büyük ülkesi Hindistan’ın bu denkleme dahil olup olmayacağı henüz kuşkulu. Avrupa ve ABD’nin Asya’da “yeni Çin” yapmaya niyetlendikleri Hindistan da bu yüzyılın önemli aktörlerinden birisi olmaya aday. ABD’nin, Rusya ile ilişkileri nedeniyle yüzde 50 gümrük vergisiyle hizaya getirmek istediği Modi, ABD ile Çin arasında keskinleşecek ekonomik ve askeri rekabeti fırsata çevirmek için fırsat kolluyor. Ancak, henüz daha sürecin başı görünüyor. Yol uzun.
Hindistan’ın giderek Rusya-Çin ittifakına yakınlaşması durumunda emperyalist Batı’ya karşı Doğu’da güçlü bir eksenin oluşmasının hazırlayabilir. Ancak, Batı’nın üç dünya devinin bir araya gelmesine seyirci kalmayacağı da aşikar.
Lübnanlı Yazar Amin Maalouf, “Labirent-Batı ve Hasımları” kitabında Doğu’nun Batı’ya karşı kaybetmesinin geçmişini 1424’de Çin’in Zheng He komutasında yapılan deniz seferlerini (1405–1433) bitirilmesine kadar götürüyor. Masraflı olduğu gerekçesiyle Asya ve Afrika’ya yapılan deniz aşırı keşif seferlerinin durdurulmasından sonra Portekiz ve İspanya’nın yükselişi ile dünyada Batı’nın, “beyaz adamın” hükmü başlıyor. 18. yüzyılda başlayan sanayileşme, kapitalizmin gelişmesi, emperyalizm aşamasına geçmesi vb. süreçler hep Batı lehine sonuçlandı. Ve Doğu, “denge kurmak” bir yana hep geride kaldı. 1917 Ekim Devrimi, SSCB’nin kurulması, Çin Devrimi ve sonrasında yaşananlar Batı emperyalizminin hegemonyasına vurulan en önemli darbelerdi. “Denge” kurulmakla kalınmadı, üstünlük de sağladı. Ama kalıcı olmadı. “Soğuk Savaş” olarak bilinen bu dönem de Batı’nın zaferiyle sonuçlandı.
İnsanlığı nice felaketlere, savaşlara, çatışmalara sürükleyen Batı’yı taklit ederek, kapitalist-emperyalist yoldan onun karşısında “denge” kurmak ekonomik ve askeri olarak gelecekte mümkün olabilir. Ama bu insanlığın kurtuluşu anlamına gelmiyor. Bu nedenle Batı emperyalizmine karşı mücadele ederken Doğu’yu insanlık için yeni bir umut olarak sunmamak gerekiyor.