Written by 11:24 uncategorized

SPD’nin ‘demokrasi’ planı tutar mı?

 SPD

SPD, yeniden Merkel’in başbakanlığında “büyük koalisyon” için görüşmelere başladı. Ancak, yönetim bu kez ortaklığın sonunda olacaklardan tabanı da sorumlu tutmak için “taban demokrasisi”ni devreye koydu.

 

Genel seçimlerde, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ikinci en düşük oyu (Yüzde 25.7) alan SPD, yeniden Hıristiyan Demokratlarla “büyük koalisyon” kurmak için bu kez topu tabana attı. 2005’teki parti tabanını gözetmeden Angela Merkel’in başbakanlığında hükümete dahil olan SPD yönetimi, bundan ders çıkararak, gelecekteki muhtemel daha ağır yenilgilerin sorumluluğu üzerinden atmak için “parti içi demokrasiyi” devreye koydu. Hatırlanacağı gibi, SPD 2005’de “büyük koalisyona” dahil olmasından sonra 2009’daki seçimlerde yüzde 23’le tarihinin en ağır seçim yenilgisini almıştı.

Geçmişteki bu ağır yenilgiye rağmen CDU/CSU ile yeniden “büyük koalisyonu” kurmaya hazır olan SPD yönetimi, bu arzusunu şimdi parti üyelerini de sürecin içinde dahil etmek suretiyle hayata geçirmek istiyor.

Seçimlerden hemen sonra partinin etkili 200 ismini “konvent” adı altında Berlin’de bir araya getiren yönetim, bu toplantıda CDU/CSU ile koalisyon için “sondaj görüşmeleri” başlatma yetkisi aldı. Bu çerçevede Merkel’in daveti üzerine ilk görüşme 4 Ekim’de yapıldı.

Görüşmelerden çıkacak sonuçlar Kasım ortasında toplanacak parti kongresine sunulacak. Ve koalisyon görüşmeleri sona gelindiğinde, anlaşma internet üzerinden 470 bin üyenin oyuna sunulacak. Parti üyelerinin en az beşte birinin oy kullanması, karar sürecine katılması hedefleniyor.

Bütün bu aşamaların Aralık ortasında kadar sürmesi bekleniyor. SPD cephesinden yapılan açıklamalara bakılırsa yeni hükümetin göreve başlaması önünüzdeki yıla kadar uzayabilir.

 

İYİ AMA NEDEN ŞİMDİ?

Almanya’nın en köklü partisinin önümüzdeki dönem nasıl bir koalisyon içinde yer alıp almayacağını tabanına sorması, oradan gelecek tepkilere göre kararını vermesi ilk etapta “demokratik bir yöntem” olarak görülebilir.

Ne var ki, SPD yönetimin aklına bu “demokrasiyi” getiren gerçekten üyelerin görüşlerine önem vermekten çok kendi görüşünü üyelere dayatarak, hep birlikte, hem de “demokratik” şekilde, CDU ile birlikte yürütülecek politikalara gelecek itiraz ve tepkilerin önünü alma çabasıdır.

Mevcut parlamentonun 630 sandalyesinin partilere göre dağılımına baktığımızda, CDU/CSU 311 ile salt çoğunluk olan 316’yı kaçırırken, SPD’nin 192, Sol Parti’nin 64, Yeşiller’in 63 milletvekili bulunuyor. Bu tablo, seçimlerin galibi CDU/CSU’nun, matematiksel olarak üç partiden birisiyle koalisyon yapmasını mümkün kılıyor. Sol Parti ile ortaklık yapması politik açıdan mümkün olmadığına göre, geriye SPD ve Yeşiller seçenekleri kalıyor.

CDU/CSU’nun bu iki seçenek dahilinde hükümeti kuramaması durumunda, SPD’nin öncülüğünde Yeşiller ve Sol Parti’nin katılımıyla üç partili bir hükümetin kurulması da matematiksel açıdan mümkün. Ama, SPD’de de seçimler öncesinde Sol Parti’yle koalisyon yapmayacağını ilan etmesinden ötürü, geriye aslında Merkel liderliğinde SPD ile koalisyon kurmak dışında bir seçenek kalmamış gibi görünüyor. Bunu SPD yönetimi de biliyor. Hal böyle olunca SPD, CDU/CSU ile yeniden bir koalisyon kurmayı, “devlet partisi olma sorumluluğu” olarak görüyor. Aradaki siyasi farklar ise sadece teferruattan ibaret. Bu nedenle, Hıristiyan Demokratlar’la yeniden ortaklığın oy kaybına yol açacağı bugünden öngörülebiliyor.

Nitekim SPD, Hıristiyan Demokratlarla 2005’te “büyük koalisyon” kurmanın faturasını 2009’daki genel seçimlerde yüzde 23 oyla (bir önceki seçime göre yüzde 11 oy kaybı) ödedi. Bu durumda, 2017’deki seçimlerin faturasının da ağır olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok.

 

SORUMLULUĞU TABANA, MEVKİYİ YÖNETİCİYE

Şurası açıktır ki, başta Almanya olmak üzere Avrupa kıtasında sosyal demokrat partiler izlemiş olduğu neoliberal politikalardan ötürü önemli bir gerilime süreci içerisindeler. Avusturya, Hollanda, İngiltere… gibi ülkelerdeki sosyal demokrat partilerin durumu da SPD’den pek farklı değil. Bunun temelinde, bu partilerin başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi yığınlar içerisinde güç olmasını sağlayan “sosyal adalet”, “adil paylaşım” ve “barış” gibi politikaları terk ederek, “ülke çıkarları veya ekonomik zorlukların gerekleri” gibi gerekçelerle sermayenin acil ihtiyaçlarını daha fazla gözeten bir tutum sergilemeleri yatmakta. Bir yandan emekçi halktan oy isteyen bir yandan da onun hayatını zorlaştıran bu partiler bu çelişkinin sonucu olarak yıpranmak, oy kaybı yaşamak durumunda kalıyor. Bu yüzdendir ki, bu partilerin “anası” durumundaki SPD, 2002’den bu yana önemli bir düşüş içerisinde. 1998’deki genel seçimlerde “politika değişikliği” vaadiyle Gerhard Schröder ile seçimlere giren SPD yüzde 40.9 oy alarak, 16 yıllık Helmut Kohl hükümetini devirmişti. 1998’den bugüne aradan geçen 15 yıllık süre içerisinde SPD’nin yüzde 15 oy kaybına uğraması dikkate değer bir durumdur.

Öyle görünüyor ki, SPD yönetiminin “devlet sorumluluğu”yla izlemiş olduğu politika, bu partiyi daha çok aşağıya çekecek, içine düştüğü krizin daha uzun sürmesine neden olacaktır.

Zaten, mevcut yönetimin siyaseten eski sosyal demokrat çizgi üzerinden muhalefet yaparak yeniden güç olma derdi de yok. Şu anki asıl derdi gibi Merkel ile birlikte yürütülecek emek düşmanı politikaya, kendi tabanını da dolgu malzemesi yapmak olarak görülüyor. (YH)

Close