Written by 14:44 Allgemein

Ulm’da Ekmek Müzesi

Ali Çarman

Sabahın erken saatlerinden herhangi bir fırının yakınlarından geçmişseniz taze ekmeğin kokusunu mutlaka hissedersiniz. Hele bir de açsanız bu kokuyu ta ciğerlerinizin derinliklerinde hissedersiniz.

Ekmeğin tarihi, insanlığın tarihi kadar eskilere dayanıyor. İnsanlık tarihinin bir döneminde neredeyse tek gıda maddesi olan ekmeğin azlığı, kıtlığı acı ve ölümlere, savaşlara neden olmuş. Öyle ki insanlığın örgütlenmesinin ilk nedenleri arasında dahi temel bir gıda maddesi durumundadır ekmek. Bunun için ozanlara ilham vermiş, dünyanın dört bir yanında tüm toplumlarda kutsallık mertebesinde baştacı edilmiştir.

Ulm’da, Nazilere karşı düzenlenen bir eylem sırasında, önünden geçtiğimiz bir müze dikkatimizi çekiyor: Ekmek Müzesi (Museum der Brotkultur). İlerleyen günlerde bir kaç kez arkadaşlarımızla toplu halde müzeyi ziyaret edip hayranlıkla gezdik.

Ulm Ekmek Müzesi kendi alanındaki bir ilk. Hitler faşizmi döneminde yaşamış ve açlığın ne anlama geldiğini çok iyi bilen doktor Willy Eiselen ve oğlu Hermann Eiselen’nin özel çabasıyla 1955 de açılmış. Uzun yıllar hiç bir yerden destek almadan kendi imkanlarıyla ayakta tutmuşlar müzeyi. Bu iki hümanist insanın yaptıkları çalışma ilgi görünce devlet yardım etmek durumunda kalmış ve müze, bugünkü üç katlı yerine taşınmış.

 

EKMEĞİN SERÜVENİ

Ekmeğin masamıza gelene kadar el emeği göz nuru ile geçirmiş olduğu aşamalar binlerce obje ile anlatılmakta. Müzede Ernst Barlach, Max Beckmann, Georg Grosz, Kathe Kollwitz, Pablo Picasso gibi tanınmış sanatçıların değişik yapıtlarını görmek de mümkün. Sürekli olarak sergilenen bu objelerin yanında konuyla ilgili olarak zaman zaman değişik ressamların sergileriyle müze sürekli ilgi odağı olmakta.

Bir varil büyüklüğünde görünen fırın, hemen önünde hamur yoğuranlar, dikdörtgen biçimindeki iki yassı taşı ekmek tahtası olarak kullanarak hamura şekil verenler ve pişen ekmeği başında taşıyan kadın. Ekmeğin üretim tarihi ve insan yaşamındaki önemi belgelerle ki, bunların bir kısmı tasvire dayalı minyatür görüntüler, bir bir anlatılıyor. Sekiz-on bin yıllık tarihi belgelerle anlatmak hiç de kolay olmasa gerek. Ekmeğin ilk defa eski Mısır’da büyük fırınlarda farklı biçimlerde pişirildiğini ve çeşit çeşit olduğunu anlatan bölüm ilgimizi çekiyor. Öyle ki bazı pişirme yöntemlerinin günümüze kadar devam edegeldiğini öğreniyoruz.

Yine müzede, Mezopotamya’da M.Ö. 3000 yıllarındaki ekmek yapımına yer veriliyor. Geçmiş yıllarda Mezopotamya’da ekmeğin yapımı konulu fotoğraf sergisi de gerçekleştirilmiş. Hamuru kat kat külün içinde tutarak sıcaklığı olabildiği kadar değerlendirme tekniğiyle ünlü Roma dönemindeki büyük satış fırınları, ekmekçi figürleri karşısında da hayranlık duymamak elde değil.

Dünyaca tanınmış ressamların müze duvarlarını süsleyen orijinal tablolarında ekmek ile şarabın iç içe geçmişliği üzerine yorumlar yapıyoruz. Az ilerisinde Alman ve İsviçre komünist partilerinin ekmek konulu afişleri dikkatleri çekiyor. Faşist Hitler ordularının Leningrad kapılarındaki yaşadığı açlığı anlatan tablolar, iş-ekmek için mücadele eden işçilerin karşısında keyifle purosunu içen sermayedarı yansıtan, ekmeği vinçle açlık çekenlerin üzerine bırakan kara kalem çizimler önünden ayrılmak istemiyor insan.

Müzenin en üst katında ise belirli zamanlarda, okullardan gelen çocuklar büyük bir neşe içinde pratik ekmek yapımını öğreniyorlar.

Tohumdan başağa, taş üstünde dövülerek un haline getirilen taneler ve ateşin orta yerine atılan hamur… her aşaması ayrı güzelliklerle dolu.

Ekmek müzesi gezilir de altın sarısı başaklar olmaz mı? Ya da önlüğündeki tohumları avuçlayıp toprakla buluşturan figürler… Ekmek yapımında kullanılan araçlar, binaların önüne asılan kabartmalar ve dünyada açlık sıkıntısı çeken bölgeler…

Ekmeğin tarihi insanlığın destanıdır ve insanlık var oldukça dillerden düşmeden nesilden nesile aktarılmaya devam edecek. Ekmek deyip de geçmeyin. Ekmek mücadelesi aynı zamanda doğru-yanlış, gerçek-yalan ayrımında örnek temsil eder. Ünlü Alman şairi Goerg Herweg’in bir şiirinde dile getirdiği, ‘ekmek özgürlük, özgürlük ekmektir’ sözleri unutulur mu!

1955 yılında tuz deposu olarak kullanılan bir yerde açılan tek ekmek müzesi bugün dünya genelinde yirminin üzerinde emsaline yol açmış. Olur da yolunuz Einstein’in memleketi Ulm’a düşerse, Avrupa’nın en yüksek yapıtlarından olan, Ulmer Münster Katedrali’ne iki yüz metre yakınlıktaki Ekmek Müzesi’ni ziyaret ederseniz pişman olmazsınız…

 

ALİ ÇARMAN

 

  Ekmek eve gelinceye kadar

Çoğumuz için kahvaltıda bir dilim ekmek yemek çok normal bir şey. Bu gıda maddesinin 6 bin yıldan beri varolduğu ise çok azımızın bildiği ya da az ilgilendiği bir konu. Ekmeğin nasıl yapıldığı, tarladaki başaktan silodaki tahıla, değirmendeki una, fırındaki ekmeğe kadar geçirdiği evre ise bu kadar koşuşturmaca arasında aklımıza bile gelmiyor. Ekmeğimizi alıyoruz ve yiyoruz… Düşünün taş devrinde başaklardan silkelenen taneler ezildi ve suyla karıştırılarak taşlar üzerinde kurutuldu. Şimdiki pidenin ilk haliydi bu. Daha sonraları ağaç dalları ya da dere kenarlarındaki sazlardan yapılan sepet benzeri aletlerin üzeri çamurla sıvandı, kurutuldu, yakıldı ve ilk fırınlar oluşturuldu. Ekmek bu fırınlarda pişirildi. Mısırlılar ise ilk büyük fırını yaptılar, hazırlanan hamurlar bu fırının duvarlarına yapıştırıldı ve ekmek yapıldı… Ekmeğin 6 bin yıl boyunca hangi evrelerden geçtiğini 1150 metrekarelik Ulm Ekmek Müzesi’nde görebilirsiniz. Roma’da kölelerin nasıl değirmenlerde çalıştırıldıklarını, kestanenin ekmek yapımında nasıl kullanıldığını da…Hani bir gün yenilmeyen ekmeği bayatlamış diye atanlar için ise 21. yüzyılda yaşamamıza rağmen bir dilim ekmekle mutlu olabilecek insanların varlığını göstermek müzenin bir başka yanı…

Close