Written by 13:00 Allgemein

„Valizler Dolusu Umutlar“

Habib Bektaş

Biliyorsunuz, DİDF bir öykü yarışması düzenledi. Son katılma tarihi bir eylül 2011. Koşullarını okuyorum. Jüri üyesi arkadaşlarımı gözümün önüne getiriyorum. Her şey ne kadar güzel düzenlenmiş!
Yarışmanın ilk açıklandığı günleri anımsıyorum. Sevinmiştim: Uzun sayılabilecek bir zaman aralığı bırakılmıştı katılımcılar için. Yine de şöyle düşünmekten kendimi alamıyorum: Sayılı gün, tez geçer. Yarışmaya katılmak isteyen genç öykücülere anımsatmak istedim. Ve…
Öykü’yü düşündüm, öyküleri!
Sahi, nedir hikâye de denilen öykü?
Demek istediğim klasik anlamdaki tanım değil. Yoksa şöyle alıntılardık: „Gerçek veya tasarlanmış olayları ilgiyi çekecek biçimde anlatan, beş on sayfadan oluşan düzyazı türü“ denmiş Ali Püsküllüoğlu’nun hazırladığı Türkçe Sözlük’te.
Romandan çok şiire yakın olduğu söylenir öykünün. Romandaki kimi zaman ‚ayrıntı/fazlalık‘ diyebileceğimiz savrukluğu bağışlamaz öykü. Her şey yerli yerindedir. Kimi zaman öz – biçem bütünlüğüne kavuşmuş bir öyküden tek bir sözcüğü çıkarınca çöker şiirde olduğunca.
Kimbilir, belki de öykü, hayatın bir kesitini hünerli bir şekilde anlatırken tümünü ortaya koyabilme sanatıdır! Bir ırmak gibi! Irmaktaki bir damla su bile ırmağın kendisi değil midir!
Ve düş… Düş olmadan öykünün tekdüzeliğe düşme olasılığının yüksek olduğunu söyler ustalar. Yaşanmış anılar öykü değildir. Olsa olsa öyküye malzeme olabilir.
Öyküyü kavramak, bence, yerel ve evrensel bazda geçmişteki ve günümüzdeki ustaların öykülerine bakmakla, okumakla, incelemekle başarılabilir. Türk öykücülüğünde kalırsak, 19. Yüzyılda yazılmış ilk hikâyelerden günümüz öykücülüğüne bir yolculuk yapmak gerekir.
Her biri bir araştırma konusu olabilecek 19. Yüzyılın ilk yıllarında başlayan ilk dönemi, Tanzimat, Servet-i Fünun ve Fecri Âtî edebiyatı hikâye ve hikâyecilerine değinmeden günümüze doğru bir yolculuk yaparsak, bir parça dahi olsa öykücülüğümüzün kat ettiği yolları, serpilip büyümesini anlayabiliriz, diye düşünüyorum.
Selim İleri 1975 yılında yayınlanan bir araştırmasında „Ömer Seyfettin, öyküye gerekli ağırlığı tanıyan ilk yazarımızdır.“ der. Nedir, Ömer Seyfettin’in Türkçülük akımına verdiği ağırlık ve tavır tartışılabilir elbette. Nitekim Selim İleri de andığım yazısında Ömer Seyfettin’in öyküdeki Türkçülük vurgusuna değinir.O dönemden günümüze bir yolculuk yapacak olursak, Reşat Nuri Güntekin’i, Yakup Kadri’yi, Peyami Safa’yı, Mahmut Şevket Esendal’ı Ahmet Hamdi Tanpınar’ı anmakla yetinip Sabahattin Ali ve Sait Faik Abasıyanık’a gelelim. Şu kısacık yazıda ne kadar anlatılabilir ki Türkçe’nin bu iki büyük ustası? En iyisi döne döne okumak!
Sonra Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Haldun Taner, Oktay Akbal, Necati Cumalı, Fakir Baykurt, Vüs’at O. Bener, Bilge Karasu, Nezihe Meriç, Onat Kutlar, Demir Özlü, Leyla Erbil, Yusuf Atılgan ve niceleri. Benimki sadece bir anımsatmak… Ah, hepsini buraya sığdırmak mümkün mü! İşte, Tahsin Yücel, Erdal Öz, Ferit Edgü, ve ne büyük şanstır, öykücülüğümüzün büyük ustalarından Adnan Özyalçıner’in yazımın başında andığım öykü yarışmasında jüri üyesi olması…
Görüyorsunuz, daha ne Tomris Uyar’ı anabildim ne de şiir tadındaki öyküleriyle dünyamızı zenginleştiren sevgili dostum Necati Tosuner’i… Öykü ve romanımızın yüz akı Adalet Ağaoğlu nasıl unutulabilir…
Sonra aklıma geliyor Bekir Yıldız ve Osman Şahin… Daha niceleri… Bize hayatı bir başka açıdan gösteren, düşündüren, ellerini uzatan, ellerimizden tutan, yaşamımızı zenginleştiren öyküler, öykücüler…
Peki ne kadar zamanda yazılabilir bir öykü? Bu soruyu durduk yerde sormadım. Yıllar önceydi. Kim anlatmıştı? Unuttum şimdi. Belleğimin beni yanıltmasından korktuğum için de anlatacağım „öykü“yü yaşayan yazarın ve bana anlattığını sandığım arkadaşımın adını veremiyorum.
O zamanlar kırk yaşlarındaydı. Saygın bir edebiyat dergisinin düzenlediği öykü yarışmasını oldukça geç duyar. Öykülerin son gönderilme gününe üç gün kalmıştır. Akşamın erken saatlerinde oturur ve sabaha kadar çalışıp bir öykü yazar. Bir sonraki gün de üzerinde çalışmıştır belki, bilinmez. Ve öyküyü yarışma koşullarında belirtilen adrese gönderir. Evet, o öyküsü birinci olur arkadaşımın. Sonra onunla yarışma üzerine bir söyleşi yaparlar. O söyleşide şöyle bir soru yöneltirler arkadaşıma: „Bu öyküyü ne kadar zamanda yazdınız?“ Arkadaşım şöyle yanıtlar: „Kırk yılda!“ Arkadaşımın o zamanlar kırk yaşında olduğunu söylemiştim değil mi!
Öyküler vardır ve o öykülerde yaşayan, evet yaşayan öykü kahramanları. Unutamayız onları, onların söylediklerini. Daha geçenlerde Andrey Platonov’un öykülerini okuyordum. „Potudan Nehri“ adlı öyküyü okurken… bir cümle, sadece bir cümle nasıl da çarptı beni. Küçücük kâğıtçıklara yazdım, dostlarıma anlattım öyküyü ve o cümleyi ekledim. Kimileri güldüler halime, kimileri heyecanlandılar benim gibi. Nasıldı öykü?
İç savaş sonrası. Kızıl Ordu saflarında savaşmış Nikita köyüne döner. Yoksulluk diz boyu. Çocukluk arkadaşı Lyuba tıp öğrenimi görmektedir. Birbirlerini severler. Ekmek, en büyük armağandır. Birbirlerini sevenler ekmek bulduklarında paylaşırlar.
Nikita günün birinde hasta olur…
„…Üşümesi giderek artıyordu. Zaman zaman Lyuba avucuyla Nikita’nın alnına dokunuyor, nabzını yokluyordu bileğinden. Gece geç vakit, kaynatılmış sıcak su içirdi ona, sonra üst giysilerini çıkarıp yorganın içine girdi, hastanın yanına yattı, çünkü Nikita sıtmadan titriyordu ve ısıtılması gerekti. Lyüba Nikita’ya sarıldı. Onu kendisine çekti; beriki ayazdan tortop olmuştu, yüzünü kızın göğsüne bastırdı, bir başkasının daha üstün ve iyi yaşamını daha yakından duyumsayabilmek ve kendi azabını, titreyen boş vücudunu unutabilmek için. Fakat Nikita’nın gönlü yaşamdan yanaydı şimdi – kendisi için değil, Lyuba’ya ve başka yaşama dokunabilmek için. Bu yüzden fısıltıyla sordu Lyuba’ya: İyileşecek miydi yoksa ölecek miydi? Ne de olsa okumuştu o, bilmesi gerekirdi. Lyuba Nikita’nın başını avuçlarının arasında sıktı ve şöyle yanıtladı onu: „Yakında düzeleceksin… İnsanlar tek başlarına hastalık çektikleri ve kendilerini sevecek kimse bulunmadığı için ölürler, sense şimdi benimlesin…“ Nikita ısındı ve uyuyakaldı.
(Metis 2009, Çeviri: Günay Çetao Kızılırmak.)
Öykü ve roman kahramanlarını düşünüyorum. Onların yaşamı sadece öykülerle mi sınırlıdır? Öykülerde başlayıp öykülerde mi biter? Yazar onları nasıl görür? Yazarın onlarla ilişkisi nasıldır? Bu da bir başka yazının konusu!
Öyküyü düşünen, öyküyü seven, öykü yazabileceğini düşleyen gençlere bir kez daha seslenmek istiyorum: İşte kalem, işte kâğıt… o „çile“ çekilmeğe değer, o büyük macera. Yazın arkadaşlar…

Close