Owen JONES / The Guardian
Geçtiğimiz perşembe günü, serin bir Viyana gecesinde, antifaşist protestocular Avusturya’nın başkentinin güzel bulvarlarında kalabalık oluşturdu. Gözlüklü ideolog Herbert Kickl’in liderliğindeki Özgürlük Partisi (FPÖ) şeklindeki aşırı sağ, savaş sonrası Avusturya’da eşi benzeri görülmemiş bir şekilde eylül ayındaki seçimlerde birinci sırayı almıştı. Protestocular, Adolf Hitler’in Anschluss ilhakına atıfta bulunan “FPÖ ist so 1938” gibi sloganlar içeren pankartlar taşıdı ve “Nazis raus!” (“Naziler dışarı!”) sloganları attılar. Coşkulu ve kararlıydılar, ancak batı demokrasilerini içeriden çürütme tehdidi oluşturan sağcı otoriter yükselişi geri püskürtmek için net bir stratejileri yoktu.
Avusturya’da yaşananlar sizi endişelendirmeli çünkü bu daha geniş bir eğilimi yansıtıyor. FPÖ’nün diğer aşırı sağ partilerden farklı olduğu kesinlikle doğru çünkü köklerini doğrudan Avrupa’nın faşist geçmişine dayandırabilir: 1950’lerdeki ilk lideri eski bir Nazi görevlisiydi ve 1990’lardaki Lideri Jörg Haider, Nazi istihdam politikalarını ve eski Waffen-SS üyelerini “iyi adamlar” olarak övdü. Muhafazakar Avusturya Halk Partisi (ÖVP) onu 2000 yılında koalisyona dahil ettiğinde, merkez sağ ve ötesini birbirinden ayırması gereken kordonun bu ihlali, AB yaptırımlarına ve yurt içi ve yurt dışında kitlesel protestolara yol açtı.
Ancak FPÖ ve dünya Haider’in günlerinden bu yana değişti. Parti, kovid halk sağlığı önlemlerine ve aşılara karşı komplocu tepkiyi istismar etti. Manifestosunun başlığı olan Kale Avusturya, “davetsiz yabancıların” sınır dışı edilmesi, iltica hakkının bir acil durum yasasıyla askıya alınması ve göçmenlerin hak ve güvencelerinin ellerinden alınması yönündeki politika taleplerini yansıtıyor. Tam anlamıyla transfobiyi benimsiyor ve “siyasal İslam”ın yasaklanmasını talep ediyor. Rusya’ya yönelik yaptırımlara son verilmesi çağrısında bulunuyor ve yaygın olarak Vladimir Putin rejimiyle bağlantılı olmakla suçlanıyor. Nitekim 2019’da parti, bazılarının “Ibizagate” şeklinde varoluşsal bir kriz olduğuna inandığı bir durumdan kurtuldu. 2017’de gizlice çekilen bir videoda Rus yatırımcı olduğunu iddia eden bir kişiye devlet ihaleleri teklif ettiği ortaya çıkan Dönemin Şansölye Yardımcısı ve FPÖ Lideri Heinz-Christian Strache görevden alınmak zorunda kaldı.
FPÖ’nün başlıca ilham kaynağı şu anda Viktor Orbán’ın komşu Macaristan’daki otoriter rejimi. Orada yaşananlar öğreticiydi. İktidardaki Fidesz partisi sözde merkez sağdan geliyordu, sonra iktidarda radikalleşerek Orbán’ın “liberal olmayan bir demokrasi” olarak tanımladığı şeyi oluşturdu, sivil topluma savaş açtı, seçim sistemini maniple etti ve medyayı kendi lehine düzenledi.
Geçtiğimiz hafta Viyana’yı, seçmen olmayanları aşırı sağa karşı harekete geçirmeye odaklanan dijital taban hareketi #aufstehn’in Kurucu Yöneticisi Maria Mayrhofer ile birlikte dolaştım. Hitler’in 86 yıl önce toplanan kalabalığa Anschluss’u ilan ettiği Hofburg’un balkonundan geçerken Avusturya’nın karanlık tarihi kelimenin tam anlamıyla üzerimizde belirdi. “Kickl’in Orbán’dan daha radikal bir tutum içinde olduğunu düşünüyorum,” dedi bana kaygıyla. FPÖ’nün iktidara gelmesi halinde Avusturya’nın “klasik otoriter bir yola gireceğinden” korkuyor. Macaristan’a bakın – şu anda gittiğimiz yer orası.”
Siyaset Bilimci Natascha Strobl da aynı endişeyi taşıyor: Strobl bazı açılardan zaten otoriter bir dünyada yaşıyor. Aşırı sağ hakkında yazdığı için sürekli ölüm tehditlerine maruz kalan Strobl, sürekli olarak güvenliğini korumak zorunda. Yakınlardaki parlamentodan politikacılar ve araştırmacılarla dolu bir Avusturya kafesinde, muhalif Macar politikacılarla tanıştığını hatırlıyor, “Ve orada tamamen yenilmiş bir şekilde oturuyorlar ve ‘Yapabileceğimiz hiçbir şey yok’ diyorlar.”
Ana akım muhafazakar parti ÖVP’nin Lideri Karl Nehammer bile Kickl’i “güvenlik tehdidi” olarak niteleyerek onunla koalisyon kurmaktan kaçınıyor. Ancak FPÖ ile Kickl’i baypas eden bir pakt önerdi.
Almanya’daki Alternative für Deutschland’dan (AfD) Fransa’daki National Rally’ye ya da ABD’deki Trump’laşmış Cumhuriyetçilere kadar aşırı sağ, sınırlarının ötesinde olduğu gibi Avusturya’da da yükselişte.
Bunun bariz nedenleri var. 2008 yılındaki mali çöküşten bu yana sosyal yardımlar ve yaşam standartları Batı’da farklı derecelerde saldırıya uğradı. Geleneksel sosyal demokrat partiler suç ortağı oldular ve aşırı sağ partiler, göçü artan sosyal ve ekonomik güvensizliğin genel açıklaması olarak sunarak geleneksel tabanlarını hevesle yağmaladılar. Pandemi ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi diğer krizler sosyal kargaşayı derinleştirdi: Örneğin Avusturya’da mutlak yoksulluk geçen yıl yüzde 50 arttı.
Ancak, başka yerlerde olduğu gibi, ana akım partiler aşırı sağ tehdidi etkisiz hale getireceğine inanarak göçmen karşıtı söylem ve politikaları benimsemeye karar verdi. Aksine, siyasi tartışmanın tam da aşırı sağın istediği zeminde sabitlenmesini sağlayarak onu siyasi bir güç olarak daha da meşrulaştırdı.
“Batı’nın çöküşü” söylemi uzun zamandır aşırı sağın demirbaşlarından biri olmuştur; bu söylem çeşitli şekillerde göç, İslam, çok kültürlülük, ‘geleneksel değerlere’ saldırı ve Batı’yı karaladığına inandıkları tarihsel adaletsizliklerle hesaplaşmayı suçlamaktadır. Ancak gerçek şu ki, aşırı sağın yükselişi Batı’nın gerilemesinin hem bir belirtisi hem de nedenidir. Sosyal hakların gerilemesi, ekonomik durgunluk, sorumluluktan kaçmak isteyen politikacıların göçmenleri günah keçisi ilan etmesi, mevcut batılı liderlerin vasatlığı: İşte zehirli bir karışım.
Hitler’in Viyana’da devrilmesinden bu yana Batı vatandaşları demokratik özgürlükleri hafife alıyor. Avusturya’nın başkentinde bu konuda giderek artan bir karamsarlıkla karşılaştım ve bu karamsarlık diğer batı kalelerinde de yaygın bir şekilde paylaşılıyor. Donald Trump Atlantik ötesinde uzak tutulsa bile, demokratik normları giderek daha fazla reddeden aşırı sağ ortadan kalkmayacaktır. Görünen o ki geçmişin uyarıları artık bizi korkutucu bir gelecekten korumuyor.
Çeviren: Sarya Tunç