Koalisyon hükümeti, Almanya’da herkesin, “daha fazla ve özellikle daha verimli” çalışması gerektiğini ilan etti. Bunun nasıl yapılabileceğine ilişkin öneriler de gündemde: Bir resmi tatil günü silinebilir, emeklilik yaşı yükseltilebilir, 8 saatlik iş günü kıstas olmamalı ve tabii esnek çalışmanın önü açılmalı. Kapitalist sömürüyü yoğunlaştırmanın en önemli aracı olan çalışma sürelerinin uzatılması gibi saldırılar karşısında dünya işçi sınıfının bu sürenin kısaltılması mücadelesi var. 200 yıldan uzun süredir daha kısa çalışma süreleri için verilen mücadele aynı zamanda işçi sınıfının sosyal-kültürel ve siyasal gelişimi için de çok önemli.
UMUT YAŞAR
Başbakan Friedrich Merz, Almanya’daki işçilerin “daha fazla ve özellikle daha verimli” çalışması gerektiğini söylüyor. Merz’e göre “sahip olduğumuz yaşam standardını korumak” istiyorsak, o zaman daha fazla çalışmalıyız, daha az değil! Koalisyon sözleşmesinde, “çalışanlar ve şirketlerin daha fazla esneklik istediği” belirtiliyor ve “Bu nedenle, Avrupa çalışma süresi direktifine uygun olarak, haftalık maksimum çalışma süresi yerine günlük maksimum çalışma süresi olanağı yaratmak istiyoruz- özellikle de aile ve iş hayatının daha iyi dengelenmesi amacıyla” deniyor.
CDU Genel Sekreteri Carsten Linnemann, Başbakan ve CDU Başkanı Merz’in girişimini savunduğu açıklamasında vatandaşlara, “refahın korunması için daha fazla çaba gösterilmesi” çağrısında bulunuyor: “Refahımız, sosyal güvenlik sistemlerimiz ve ülkemizin işleyişi, üretken olmamıza bağlıdır.” CDU’lu politikacıya göre, “iş-yaşam-dengesi” kötü bir şey değil. “Ancak bazen iş-yaşam-dengesi değil, yaşam-yaşam-dengesi sözkonusu olduğu izlenimi ediniliyor.” Merz, Federal Meclis’teki konuşmasında “büyük bir çaba gösterilmesi gerektiğini” belirtmiş ve daha sonra düzenlenen CDU Ekonomi Günü’nde “Dört günlük çalışma haftası ve iş-yaşam-dengesi ile bu ülkenin refahını koruyamayız” demişti.
“WORK-LIFE-BALANCE”
Oysa birkaç yıl önce “dört günlük çalışma haftası” tüm kamuoyunun gündemindeydi. Bu modelle güya çalışanların “iş-yaşam-dengesi” (“Work-Life-Balance”) daha iyi örgütlenecekti. Tartışılan modeller öylesine iddialıydı ki, “bireyler hem iş hem de kişisel yaşamlarındaki sorumlulukları uyumlu bir şekilde yönetebileceklerdi. İş ve özel hayat arasında ‘sağlıklı’ bir denge” kurabilecekler ve en önemlisi “her iki tarafın da ihtiyaçlarını karşılayarak yüksek düzeyde tatminlik güvenceye alınacak.” İddialara göre “iş-yaşam-dengesinin” iyi örgütlenmesi kişinin hem iş performansını hem de genel yaşam kalitesini olumlu yönde etkileyecekti. En önemli iddia ise bütün bu değişimin bireysel olabileceği yönündeydi.
Neredeyse tüm Avrupa ülkelerinde büyük tantanalarla değişik sektörlerde başlatılan, üniversitelerin ‘bilimsel’ olarak da eşlik ettiği ve ulusal sendikaların destek verdiği “dört günlük çalışma haftası” projelerinin tümünün ortak özelliği, haftada dört gün çalışıldığında verimliliğin arttığının kanıtlanmasındaydı.
“HER YERDE UYGULANAMAZ”
Ortaya çıkan sonuçlar çarpıcıydı: Çalışanlar mutlu ve yüksek performanslı, patronlar da mutlu; çünkü yüksek performans yüksek kâr anlamına geliyordu. Sendika merkezleri de mutluydu. Sonuçta yıllardır çalışanların performanslarının nasıl yükseltilebileceği konusunda onca öneri getirmişler ama dikkate alınmamışlardı. Çalışanların mutlu olup olmadıkları sermayeyi pek ilgilendirmezken, performanslarını artırmanın yol ve yöntemlerinin bilimsel olarak ortaya çıkarılmasının onları ilgilendirdiği biliniyor.
Proje sonuçlarının 2024 boyunca kamuoyuna açıklanması gündemdeydi. Buna paralel olarak çok sayıda sermaye kurum ve kuruluşu proje sonuçlarını değerlendirmek için kolları sıvadılar. Prensip olarak dört günlük çalışma haftasına karşı çıkmaz görünen uzmanlar, öncelikle “aynı ücret karşılığı daha az çalışma” fikrinin mümkün olabileceği konusundaki “kuşkularını” dile getirmekle işe başladılar.
Buna göre “isteyen işletmesinde istediği gibi üretir, ücret öder ve buna kimse karışmazdı.” Ama bu “modeli bir doktrin olarak dayatmak, serbest piyasa ekonomisinin temel ruhuna aykırı olacaktı.” Bu itirazlar burjuva medyada hemen yankı buldu: “İyi ama her yerde uygulanabilecek katı bir model olamaz” fikrinde birleşiliyordu.
Ayrıca yıllar önce dört günlük çalışma modelini uygulayan şirketler, hatta tekeller olmuştu. Madem bu model favori olarak gösteriliyordu o zaman dönemin uygulamaları geliştirilebilirdi. Uzmanlara göre örneğin Volkswagen tekelinde 1994 yılında uygulanmasına başlanan dört günlük çalışma haftası modeli “çok başarılı” olmuştu. “Başarının sırrına” bakıldığında sermayenin paralı uzmanlarının hedefleri de belli oluyordu: VW işçilerinin çalışma süreleri ve ücretleri ortalama yüzde 20 düşürülmüştü. Tekeldeki üretim ise 7/24’e çıkarılmıştı. Bu “çok başarılı” model sayesinde VW standart ücretleri yüzde 20 düşürdüğü gibi fazla mesailer için de para ödemez hale gelmişti. Çünkü VW tekel yönetimi, IG Metall genel merkezinin ve İşyeri Temsilciliğinin katkılarıyla çalışma düzenini dolayısıyla ücret sistemini de yenilenmişti.
AŞIRI SÖMÜRÜNÜN ÖNÜ AÇILDI
VW tekelinin yaptığı, tam anlamıyla çalışma sürelerinin sınırsızlaştırılması oldu. 150’den fazla çalışma modeliyle üretim 7/24 devam ederken ücret giderleri yüzde 30’a yakın düşmüştü. İşçilere günlük fazla mesai zammı, cumartesi ve pazar ek ödemeleri ödenmediği gibi, izin paraları ve Noel ikramiyesi de düşürülmüştü. VW patronları, işçilerin “mutlu” kalmaları için çok özel bir ücretlendirme sistemi geliştirdiler bu dönem: Yıllık izin parası ve Noel ikramiyesi 12’ye bölünüp aylık ücretlerle birlikte ödenmeye başlandı. Böylece aylık maaşları neredeyse aynı düzeyde kalıyor ve işçiler ne denli sömürüldüklerinin “farkına” varmıyorlardı. “VW modeli” olarak anılmaya başlanan bu aşırı sömürü sistemi 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren birçok tekelde ve işletmeden uygulandı.
1995 yılında düzenlenen 18. IG Metall Genel Kongresi’nde dönemin sendika başkanı Klaus Zwickel tarafından sermaye ve hükümete, bir “sosyal diyalog” kapsamında önerilen “İş, Meslek Eğitimi ve Rekabet Gücü için Birlik” (“Bündnis für Arbeit, Ausbildung und Wettbewerbsfähigkeit”) paktı gerçekte VW’de imzalanan sözleşmenin tüm Almanya’ya yaygınlaştırılmasını içeriyordu. IG Metall ardından DGB çatısı altındaki tüm sendikaların desteklediği bu strateji ‘sadece’ ücretlerden feragat etmeyi değil aynı zamanda “üretim merkezinin rekabet gücünü artırma” adına ücret artışı taleplerinden vazgeçmeye, çalışma sürelerinin esnekleştirilmesine, uzun süreli işsizlerin daha düşük ücretle işe başlamalarına, kiralık işçi çalıştırmanın sınırlarının yumuşatılması, süreli iş sözleşmelerinin gerekçesiz uzatılmasının önünün açılması, uzun süreli işsizlerin düşük ücretli işlerde çalışma zorunluluğu vb. bu dönem başladı. Bu süreç ilerleyen yıllarda Schröder (SPD) /Fischer (Yeşiller) hükümetinin “Ajanda 2010” başlıklı ülke tarihinin en kapsamlı sosyal saldırı programıyla taçlandırıldı.
İŞÇİLER AZ DEĞİL DAHA ÇOK ÇALIŞIYOR!
Merz, Almanya’daki işçilerin “daha fazla ve özellikle daha verimli” çalışması gerektiğini söylerken, buna gerekçe olarak şunları söylüyor: “Haftalık ortalama çalışma süresi bugün yaklaşık 30 saat, 30 yıl önce ise 33 saat idi.” Çıkarılan sonuç ise şu oluyor: Almanya’da işçiler daha az çalışıyorlar. Fakat bu gerçeği yansıtmıyor. Sosyal sigortalı çalışanlara bakıldığında bu çok net ortaya çıkıyor. Merz’in sözkonusu ettiği döneme, yani 1994 – 2024 yıllarına bakalım: 1994 yılında Almanya’da 26,6 milyon tam gün çalışan işçinin haftalık ortalama çalışma süresi 38,4 saat idi. 2024 yılında ise 25,6 milyon tam gün çalışanın haftalık ortalama çalışma süresi 38,2 idi. 1994 yılında Almanya’da 7,6 milyon kısmi süreli işlerde (“Teilzeit”) çalışan emekçinin haftalık ortalama çalışma süresi 15,5 saat idi. 2024’te 16,7 milyon kısmi süreli işlerde çalışanların haftalık ortalama çalışma süreleri 18,4 saate çıkmıştı.
Tam gün çalışanların sayısı 30 yıl içinde 1 milyon azalırken kısmi süreli işlerde çalışanların sayısı ise aynı süre zarfında 9,1 milyon arttı. Bu pekala ülkedeki çalışılmış toplam saatlere de yansıdı: Bütün sosyal sigortalı çalışanlar 1994 yılında 49,5 milyar saat çalışırken bu miktar 30 yıl sonra 2024 yılında 54,7 milyar saate çıktı. Kısaca son 30 yıl içinde sosyal sigortalı çalışanların çalıştıkları süre 5,2 milyar saat arttı! Her kim Almanya’daki işçilerin daha az çalıştığını söylüyorlarsa yalan söylüyor. Devletin resmi istatistikleri bunun belgesi! Sermayenin ve hükümetinin duymak bile istemediği diğer bir gerçek ise kısa süreli işlerde çalışanların ezici çoğunluğunu oluşturan kadınların (%78) önemli bir bölümünün daha uzun süreli çalışmak istemelerine rağmen iş bulamamalarıdır!
SERMAYENİN DOYUMSUZLUĞU…
Sosyal sigortalı çalışanların toplam çalışma süreleri rekor bir düzeye çıkmasına karşın sermayenin hala, “bu yeterli değil” demesi, onun fazla çalışmaya olan doyumsuzluğudur. İş gününü uzatma toplumsal bir ilişki olarak sermayenin genetik koduna yazılmıştır ve sermayenin devleti de bunun için yasal koşulları yaratır, aynı bugün olduğu gibi yaratmaya çalışır. Sermayenin devletinin bu çabasının nasıl sonuçlanacağını iki sınıf arasındaki güç dengesi belirler.
Başta otomotiv sektörü olmak üzere demir çelik, makine, kimya gibi ağır sanayide dallarında 220 bin işçi kısa çalışmaya çıkarılırken, onbinlerce işçinin işten çıkarılması ve fabrikaların kapatılması gündemdeyken (adı geçen sektörlerde kısmi fakat ciddi bir aşırı üretim sorunuyla karşı karşıya olunduğu bir dönem) sermayenin ve hükümetinin, “daha fazla çalışmalıyız”, “bir tatil gününü silmeliyiz”, “emeklilik yaşını yükseltmeliyiz” gibi talepleri neyle açıklanabilir?
Sermayenin amacı öncelikle yukarıda sözü edilen aşırı üretime rağmen, işçinin çalışma süresinin uzatılmasıyla, yani daha fazla saat çalıştırılmasıyla elde edilen artı değeri, “mutlak artı değeri” ve işçinin daha az zamanda daha fazla üretim yapmasıyla, yani verimliliğin artırılmasıyla elde edilen artı değer oranını, “göreceli artı değeri” artırmaktır.
Sermaye açısından iş sürelerini değişik yöntemlerle uzatmanın, kısmi çalışmayla istihdam edilenlerin sayısını artırmanın ve emeklilik yaşını yükselterek istihdam altındaki veya çalışabilir nüfusun sayısını artırmanın (işsizler ve yedek işgücü ordularını büyütmenin) ikincil önemi ise çalışanlar üzerindeki ücret ve çalışma koşullarıyla ilgili baskısını artırmaktır.
…VE SENDİKALARIN TUTUMU
Sermaye ve emek arasındaki antagonistik* ilişkide, çalışma sürelerinin uzatılması ve kısaltılması üzerine verilen mücadele sınıf mücadelesinin sürekli gündemindedir ve sermayenin ve devletinin bu saldırısının nasıl sonuçlanacağı, yukarıda belirtildiği gibi, iki sınıf arasındaki güç dengesi belirleyecektir. Tabii bu saldırıya uğrayan tarafın -işçi sınıfının- mücadele yeteneği ve iradesini varsayar.
Şimdi sendikaların tutumlarına bakmakta fayda var: Bütün sendikalar, sermaye kuruluşlarını ve hükümeti böyle bir adım atmamaları için birçok gerekçeyi ileri sürerek uyardılar. En çarpıcı karşı çıkışlardan biri Ver.di Genel Başkanı Frank Werneke’nin, “Koalisyon hükümetinin planları günlük çalışma süresini 13 saate kadar çıkarılmasının yolunu açıyor. Bu işçilerin sağlığını bozacağı gibi uzun yıllar mücadelesi verilen iş-yaşam-dengesini de altüst edecektir” sözleri oldu.
Ver.di sendikasının hazırlanan bu saldırıya karşı ciddi olarak harekete geçeceğini, hükümetin, çalışma yasalarını sermaye lehine değiştirmesine karşı mücadeleyi örgütleyeceğini bekleyenlere “ne yazık ki böyle bir durum şimdilik söz konusu değil” demek gerekiyor. Mayıs ortasında federal ve yerel düzeyde imzalanan kamu toplu iş sözleşmesine bakıldığında bunun nedeni anlaşılacaktır. İş yükünü ve stresini azaltmak için ek izin günleri talebiyle müzakere masasına oturan Ver.di ve ortakları (GEW, GdP, IG BAU ve DBB sendikaları) haftalık çalışma sürelerinin “gönüllü” olarak 42 saate kadar uzatılabileceği sonucuyla masadan kalktılar!
Almanya’nın en büyük sanayi sendikası IG Metall’in Genel Başkanı Christine Benner, “dört günlük çalışma haftası gündemimizde değil” dedi. Oysa IG Metall işyerlerini korumak ve iş stresini azaltmak üzere 2023 sonbaharında demir-çelik işkolundaki TİS görüşmelerine dört günlük (32 saatlik) çalışma haftası talebiyle masaya oturmuştu – masadan kalktığında bu talepten eser kalmamıştı!
Sendika bürokrasisinin TİS dönemlerindeki tutumu olduğu gibi hükümetin sermaye yanlısı politikasına karşı çıkmak bir yana daha uzun çalışma sürelerini mümkün kılması (Ver.di) ve taleplerinden vazgeçtiğini ilan etmesi (IG Metall) gösteriyor ki, bu saldırılara karşı mücadeleyi örgütlemeyi gündemlerine almayacaklar.
YAPACAKSAK BİZ YAPACAĞIZ!
IG Metall Aşağı Saksonya ve Saksonya-Anhalt bölge başkanı Thorsten Gröger, 1 Mayıs’ta yaptığı konuşmada, “Çalışma süresi yasası sadece çalışanları korumakla kalmaz, aynı zamanda sosyal barışın temel taşlarından biridir” dedi. Gröger, hükümetin, planlarıyla sosyal barışı tehlikeye attığını düşünüyor. Günü “8 saat çalışma, 8 saat uyku ve 8 saat dinlenmeyle” üçe bölme fikri 200 yıldan uzun süredir gündemde. 8 saatlik işgünü mücadelesinin işçi sınıfı kitleleri tarafından sürdürülmesi ise 150 yılı geçti. Daha kısa çalışma süreleri için verilen mücadele sömürüye karşı mücadele olduğu gibi aynı zamanda işçi sınıfının sağlığı, sosyal-kültürel ve siyasal gelişimi için de çok önemli.
Dolayısıyla işbaşındaki “zaman hırsızlarının” saldırılarını geri püskürtmek sömürüye karşı mücadeleyi yükseltmek olacağı gibi, işçi sınıfının daha sağlıklı bir ortamda sosyal-kültürel ve siyasal gelişimi için zemin koruyacak ve geliştirecektir. Diğer yandan Almanya’da işçilerin ve askerlerin Kasım 1918’deki devrimci ayaklanması sayesinde elde edilen 8 saatlik işgününe yapılan bu hamlenin, kapsamlı bir saldırının başlangıcı olduğunu da unutmamak gerekir. Bu saldırıya karşı alacağımız tutum önümüzdeki yıllar için de belirleyici olacaktır.
* Sermaye ve emek arasındaki antagonistik (uzlaşmaz zıtlık) ilişki, kapitalist bir toplumda sermaye sahipleri (burjuvazi) ile çalışanlar (proletarya) arasında var olan, temel çıkar çelişkisini ifade eder.