Written by 19:30 HABERLER

Alman solunda AB tartışması

Almanya’da AB’de reform çağrıları yapanların başını Sol Parti içindeki gruplarlar çekiyor. AB’yi eleştirme yerine sahiplenme öne çıkarılarak, milliyetçiliğin ancak böyle engellenebileceği ileri sürülüyor. Avrupa Sol Partisi Başkanı Gregor Gysi ve arkadaşları Sol Parti’nin daha fazla AB yansılı görünmesi gerektiğine dair bir belge yayınladı. AB’nin baskıcı ve militarist yapısını gizleyen bu yaklaşımın parti içinde tartışmaya devam edilecek.

AB’ye dair “yeni bir başlangıç” ve “reform” konusunda Avrupa solu içinde de uzun zamandan beri tartışma konusu. Yunanistan eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis’in başını çektiği DiEM25 hareketinin asıl kalkış noktası “AB’nin demokratikleştirilmesi” idi. Halen de öyle. Bunun Avrupa Parlamentosu’nun yetkilerinin artırılması, kontrol mekanizmalarının çeşitlendirilmesiyle mümkün olduğunu savunuyor. AB’nin kurduğu Troiko’nın “Euro krizi” sırasında Yunanistan üzerinde nasıl bir egemenlik kurduğuna tanıklık eden, zaman zaman da tepkisini açıktan ortaya koyan Varoufakis’in bütün bu süreçten çıkardığı sonuç, “AB’nin demokratikleşmesi” oldu.

Benzer bir yaklaşım Avrupa Sol Partisi ve Almanya Sol Parti içinde de egemen. 22-23 Şubat’ta Sol Parti’nin Avrupa Parlamentosu adaylarını belirlemek üzere Bonn’da yapılan kongre öncesi ve sonrasındaki tartışmalara bakıldığında AB’yi reddetmeden, demokratikleştirilerek sahiplenme eğilimi ağır basıyor. Kanatlar arasında yaşanan tartışmalarda her ne kadar AB’nin militarist dış politikasında dair pek çok şey söylense de, birliğin asıl amacının dünya üzerinde Avrupa tekellerinin çıkarlarını korumak olduğu gerçeği teğet geçiyor.

Liberal solun temsilcisi Avrupa Sol Parti Başkanı Gregor Gysi’nin Sol Partili AB Eyalet Bakanları ile birlikte yayınladığı sekiz sayfalık açıklama bunlardan en tipik olanı. Kongre öncesinde Sol Parti içinde AB’ye eleştirel yaklaşımları baskı altına almak üzere hazırlanan belge şu cümlelerle başlıyor: “Her geçen gün daha fazla insan Avrupa’nın birleşmesini engellemek için sesini yükselten sağ milliyetçi kesimlere karşı çıkıyor. Sizleri, bugün hem birleştiren hem ayıran Avrupa krizi üzerine düşünmeye davet ediyoruz. Bizler AB’yi, kuruluşu ve bugünkü etkileri bakımından ilk önce insanların bir araya gelmesini, farklılıklarını birlikte yaşamasını, karşılıklı saygıyı sağlayan bir kurum olarak anlıyoruz. Bunla birlikte Avrupa entegrasyonun nasıl olacağına dair farklı görüşler söz konusu.”1

Açıklamanın devamında olup bitenlerin şu iki soruya yanıt verilerek ele alınması isteniyor: “Devletler kulübü olarak bölünmüş bir AB’de, milliyetçi egolarla AB’den ayrılmalar mı? Yoksa AB, milliyetçi protestolarına karşı çıkan, Avrupa barışı için çalışan bir topluluk olarak mı kalmalı?”2

AB İLE İLGİSİ OLMAYAN HAYALLER YAYILIYOR

Gysi ve arkadaşlarınını bütün olup bitenleri bu iki soruya sıkıştırması ve sonra da tutum almaya çağırması elbette doğru değil. Bunun asıl amacı, açıklamanın başlığında da olduğu gibi Sol Parti’yi itirazsız şekilde AB’nin peşine sürüklemektir.

Bu, AB hakkında gerçekle ilgisi olmaya hayaller yaymaya hizmetten öte bir anlam taşımamaktadır. Bu hayallerden birisi, Avrupa Birliği’nin ‚barış, demokrasi ve özgürlük‘ gibi değerlerin güvencesi olacağı fikridir ve bir dayanağı yoktur. Çünkü, devletleri savaşa yönelten, onların kapitalist karakteri, yani sermayelerinin çıkarları doğrultusunda eşitsiz-rekabete dayalı bir karşıtlık içinde oluşlarıdır.

Diğer taraftan bugün AB’yi oluşturan devletler ulusal karakterlerini ortadan kalkmış değildir, Avrupa dışına karşı ‚ortak çıkarları‘ savunurken kendi arasında da eşitsizlik ve rekabet korunmakta ve sürekli üretilmektedir. Avrupa’nın dışına karşı (ABD, Çin, Rusya vb. güç merkezlerine karşı) ortak çıkarlardan her AB ülkesi kendi sermayesinin gücü ölçüsünde yararlanmakta, aslan payını alanlarsa Almanya’ve Fransa olmaktadır. Bu durumda dahi, Almanya ile Fransa arasındaki tarihsel rekabetin bittiğini söylemek ve savunmak hiç bir şekilde gerçeği ifade etmiyor. Dahası, süreç ilerledikçe hem bu iki ülkenin hem de AB içindeki ülkelerin sermayeleri arasındaki çelişkiler de derinleşiyor. Nitekim Alman tekelleri tarafından istila edilen diğer Avrupa Birliği ülkelerinden zaman zaman yükselen tepki ve eleştiriler bunun bir yansımasını ifade ediyor.

Savunma bütçesini artıran, ayrı bir ordu (PESCO) kurmak için bütün hazırlıkları yapan, silah satan, işgallere katılan AB ve üye ülkelerini “Barış düzeninin koruyucusu” olarak ilan etmek de günümüz gerçeğine denk düşmeyen bir yaklaşımdır. Sol Parti milletvekillerinin bile defalarca AB’nin militarist yapısına dair açıklamalar yaptıkları gözününde bulundurulduğunda tanımlamanın gerçeği ifade etmediği açıktır.

Macron’un mektubu, Gysi ve arkadaşlarının açıklamalarına veya SPD ve sendikaların açıklamalarına damga vuran görüş, “AB’nin yükselen sağa karşı tek seçenek olduğu”dur. Evet, aşırı sağın, milliyetçiliğin yükselişi belli ölçülerde AB’nin geleceğini tehdit ediyor. Ancak, mevcut AB’nin aşırı sağa, milliyetçiliğe, ırkçılığa karşı vazgeçilmez bir merkez olduğunu ileri sürmek, sonra da kitleleri “ırkçılıkla mücadele” adına AB’nin yedeğine takmak için girişimler başlatmak, sorunu çözmediği gibi, üzerini kısa bir süreliğine örtmekten başka bir şey değildir.

AB HALKLARIN TEPKİSİNİ NEDEN ÇEKTİ?

Bugün üzerinde durulması gereken asıl soru, “Avrupa halklarının AB’ye neden bu kadar tepki gösterdiği” olması gerekiyor. Son yıllarda yapılan AP seçimlerine bakıldığında katılım ve ilgi sürekli azalma yönünde. Brüksel’in sorunların çözüm yeri değil, kaynağı olduğu konusundaki görüş giderek yayınlık kazanıyor. Milliyetçilerin AB karşıtlığı üzerinden güç toplamasının başlıca nedenleri arasında bu gerekçe var. Uzun bir süre “Avrupa halklarının gönüllü birliği” olarak sunulan AB, ‚Soğuk Savaş‘ yıllarında olağanüstü şekilde entegrasyon sürecine girdi. Ortak para birimine geçilmesi, ortak sınırlar, ortak mali disiplin… Ancak ilerleyen zamanda hepsinin asıl olarak büyük ülkelerin çıkarlarının esas alınarak yapıldığı daha iyi anlaşılmaya başlandı. “Euro krizi” döneminde Yunanistan, İspanya, Portekiz üzerinden kurulan mali disiplin bu ülkelerin zenginliklerinin Alman ve Fransız tekelleri tarafından el konulmasıyla sonuçlandı.

Bu nedenle, “halkların sınırların olmadığı bir kıtada barış içerisinde bir arada yaşama özlemi”, büyük ülkelerin çıkarlarının gerisine düştü ve bugün AB asıl olarak Alman-Fransız tekellerinin emperyalist rekabetten güçlü çıkmasını sağlayan bir kulüp haline dönüşmüş bulunuyor. Diğer taraftan, AB izlemiş olduğu neoliberal politikalarla kıta genelinde işsizlik ve yoksulluğu büyütmüş, gelecek endişesini arttırmıştır. Dünyada diğer emperyalistlere karşı Avrupa sermayesinin ortak çıkarlarını savunurken, kıta içinde de işçi ve emekçi sınıflar üzerindeki ortak çıkarları gözetmiştir. Sermaye sınıfı dışarıda ve içerde ortak çıkarları için uzlaşırken, doğası gereği emekçi sınıfları yönetme, sömürme ayrıcalığı konusunda birbiriyle ölümüne rekabetten de kaçınamamaktadır. AB hakkında yayılmak istenen hayallerin çarptığı gerçeklik duvarı tam da burasıdır.

Kıta genelinde gözlenen ırkçı-milliyetçi yükselişi, sosyal sorunlardan kopararak kimlik sorununa indirgemek, sorunun ana kaynağını gözden kaçırmak anlamına gelecektir. Bu nedenle gerçek anlamda ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadele aynı zamanda sosyal sorunlara çözüm getirip getirmemekle ilgilidir.

SERMAYENİN AVRUPASI’NIN KARAKTERİ DEĞİŞMEDİKÇE REFORM ÇARE DEĞİLDİR

Hem dünyadaki gelişmeler hem AB içinde olanlara bakıldığında AB yanlısı liberal çevrelerin yaptığı “reform çağrıları”nın çare olmadığı anlaşılıyor. Çünkü AB’nin karakteri, bugün dünya genelinde üstlendiği misyon ve girdiği emperyalist rekabet görülmeden “reformla” AB’nin kurtarılabileceğini savunmak tam bir hayaldir. “Reformdan” kasıt AB’de karar mekanizmasının büyük emperyalist ülkelerin lehine, emekçi sınıfların aleyhine düzenlemekten başka bir şey değildir. Hal böyle olunca da rekabet gücü azalan diğer üye ülkelerden itirazlar yükselmektedir. Bugün tehlike olarak görülen milliyetçi akımların dillendirdiği taleplerin arkasında asıl olarak AB’nin entegrasyonu nedeniyle rekabet gücünü kaybeden ülkelerin ulusal sermayeleri bulunuyor. Dolayısıyla, AB’den kopuş eğiliminin güçlenmesi aynı zamanda farklı ülkelerin sermaye gruplarının rekabet gücündeki zayıflamadan kaynaklı olarak geri çekilme süreci yaşanıyor. İngiltere’nin Brexit kararının aynı zamanda İngiliz sermayesinin rekabet gücünü ve çıkarlarının AB dışında korumaya dair olduğu gerçeğiyle de gözden kaçırılmamalı.

Özetle; AB içindeki tartışmalar, artan milliyetçilik ve derinleşen çelişkiler kapitalizm koşullarında “birleşik Avrupa”nın zemini olmadığını bir kez daha gösteriyor. Kalıcı bir “Birleşik Avrupa” ancak sermayenin değil halkların eşit, gönüllü bir arada yaşamasını esas alan bir dünyada mümkündür. Düzeltme adına yapılması talep eden “reformlar”ın maksadı mevcut gerici AB’nin ömrünü uzatmaktan başka bir anlam taşımıyor.

2Aynı açıklamadan

Close