Almanya’da ilk kadın sığınma evlerinin kurulmasının tarihi, 70’li yılların kadın mücadelesinde elde edilen kazanımlara dayanır. “Bireysel olan politiktir” diyen 70’li yılların Alman kadın hareketi, kadının dört duvar arasında yaşadığı sorunların bireysel bazda yaşansa dahi gerçekte toplumsal sorunlardan kaynaklandığına işaret ediyordu. Örneğin o yıllarda, ev içi şiddetle yüzyüze kalan ve bunun için polise başvuran kadına, aynı bugün Türkiye’de sıkça yaşandığı gibi, “bu senin ailevi sorunun. Bizim karışmaya hakkımız yok” deniliyor ve şiddet yaşadığı dört duvar arasına geri gönderiliyordu. Kadınlar kürtaj hakları için mücadele ettiler. Ev içinde yaşanan şiddetin kendi özel sorunları olarak görülmesine karşı mücadele ettiler. Ve verdikleri bu mücadelede kısmi ama önemli kazanımlar elde ettiler. Kadın sığınma evlerinin kurulması da bu kazanımlardan birisi oldu.
İlk kadın sığınma evlerinin kurucuları, ilk aşamada kadın yardımlaşma dernekleri oluşturarak belediyeden aldıkları bakımsız binaların badanasını bile kendileri yaparak, bağış toplayarak ve çöpten topladıkları eşyaları tamir ederek bir çok güçlüğün üstünden geldiler ve şiddet mağduru kadınların çocuklarıyla birlikte kalabilecekleri evleri kurdular.
2000’li yıllarda “Şiddet Yasasının” çıkmasıyla, devlet aile içi şiddet konusunda toplumsal sorumluluğunu üstlendi ve şiddete maruz kalan kadınların mağdur görülerek, onlara yasaların arka çıkmasının zemini hazırlandı.
“Şiddet Yasasına” göre, aile içi şiddet mağduru koruma altına alınıyor ve şiddete başvuran bireye evden uzaklaştırma cezası veriliyor. Her ne kadar, Almanya gibi bir ülkede polisin ve yasaların şemsiyesinde sağlanan bu “şefkat”, ertesi gün örneğin herhangi bir Nazi karşıtı eylemde aynı polisin lastik copu kaburgaların arasında hissedildiği zaman bitiyorsa da, kadına karşı uygulanan aile içi şiddette toplumsal vicdan ve toplumsal duyarlılık gibi önemli verilere işaret ediyor.
Ev içi şiddete gösterilen toplumsal duyarlılık, bir çok meslek grubunun bu konuda bilgilenmesine ve kendi meslek gruplarında konuya ilişkin yaptıkları kampanyalara ve önlemlere kadar uzanıyor. Her sene 25 Kasım “Şiddete karşı Mücadele Günün”de bir meslek grubu bir kampanya düzenler. Geçen sene, fırıncılar ve pastaneler, 25 Kasım’da “şiddet bu torbaya sığmaz” diye yazdırdıkları kese kağıtlarına ekmek ve pastaları paketlemişlerdi. Bu yıl da eczaneler bir kampanya düzenliyorlar ve kağıt mendillerin üzerine şiddeti lanetledikleri bir slogan düşünüyorlar.
Almanya, kadına karşı uygulanan şiddet konusunda oldukça duyarlı ve sorumlu davranan bir ülke: Her şehirde ve her kasabada bir kadın sığınma evi bulunmasına ve “Şiddet Yasasına” rağmen, kadın sığınma evlerinin her zaman kapasitesinin üzerinde çalışması da bunun bir göstergesi olsa gerek!
Bu durum istatistiklerde de kendini gösteriyor: 2012’de Aile Bakanlığı’nın yaptırdığı bir araştırmanın sonuçlarına göre, ankete katılan kadınların yüzde 40’ı 16 yaşından itibaren bedensel, cinsel içerikli şiddete ya da psikolojik şiddete maruz kaldığını açıklamış. Her üç kadından biri yetişkin yaşta, bedensel şiddete maruz kalırken, her yedi kadından biri cinsel içerikli şiddet yaşamış. Avrupa genelinde bu rakamlar kıyaslandığında Almanya, kadına karşı uygulanan şiddette üst sıralarda yer alıyor. Bu araştırmaya yaşlı ve engelli kadınlar dahil edilmemiş. Halbuki, yaşlı ve engelli kadınlar da bakıcıları, kendilerine bakan kurumlar ya da eşleri tarafından şiddete maruz kalıyorlar. Eğitim düzeyi ya da sınıfsal konum, kadına uygulanan şiddette hemen hemen hiç rol oynamıyor. Hatta eğitim düzeyi yüksek kadınların daha fazla şiddete maruz kaldığı gözleniyor. Şiddetin ortaya çıktığı durumlar, genelde eşin işsiz olması, alkol ya da uyuşturucu kullanılması olarak gösteriliyor. Kadınların şiddete uğramasında en önemli faktörlerden birisi, kadının çekirdek ailesinde şiddet yaşaması ya da anne ve babanın arasında yaşanan şiddete tanıklık yapması, ailenin kızlarının eğitiminde katı ve kuralcı davranması olarak açıklanıyor.
Şiddet mağduru diğer önemli gruplar ise, fuhuşta çalışan kadınlar, ilticacı kadınlar ve cezaevlerinde kalan kadınlar. Kadına uygulanan şiddetin sınıfı, milleti, dini yok derken Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli göçmen kadınların kültürel kaynaklı sorunlarına dikkat çekiliyor. Örneğin ankete katılan 143 Türkiye kökenli göçmen kadından üçte biri eşini tanıyarak evlendiğini, dörtte biri akraba ve aile aracılığıyla evlendirildiğini söylerken; bunlardan yüzde 75’i tanımadan evlense de bu evliliğe razı olduğunu, yüzde 17’si ise bu evliliğe zorunlu kılındığını söylüyor.
Bundan bir kaç sene öncesine kadar kadın evlerinin daimi misafirleri Türkiye kökenli göçmen kadınlar ya da Doğu Avrupa ülkelerinden ve özellikle eski Sovyetler Birliği’ne ait ülkelerden gelen kadınlardı. Doğu Avrupalılar ve Türkiyeliler halen kadın evlerinin daimi misafirleri. Şimdilerde bu tabloya işsiz, uyuşturucu ya da alkol bağımlısı eşlerinin zulmünden kaçan genç Alman kadınları, senelerce eşinin baskısına “çevre ne der, çocuklar ne yapar” diyerek katlanan orta sınıf Alman kadınları, bakıcıları tarafından kötü davranışlara maruz kalan, bedenleri morartılan yaşlı kadınlar ya da engelli kadınlar, “Almanya’da sana iş var” vaatleriyle kandırılarak fuhuş sektörüne pazarlanan Uzak Doğulu kadınlar eklenmeye başladı.
Kadın evlerinde ne mi yapılır? Türkiyeli bir gazeteci, kadın evlerinde yaşayan “kader kurbanları”na ilişkin bir röportaj serisi yapmak istemişti. Kadın evine gelen kadınların ilk sorusu ise “dışarı çıkmama izin var mı” oluyor. Kurban, kader, hapishane, feleğin sillesini ya ya da tokadını yemek gibi sözcükler ve bunların canlandırdığı imgeler, kadın evlerine ilişkin yaratılan ilk fanteziler olurken, gerçekte oralarda ne oluyor?
Şiddetin çemberini kırarak kadın evine gelen bir kadın, bağımsız ve kendi ayakları üzerinde durarak yaşayacağı bir hayatın ilk adımını atmış demektir. Bundan sonra yapacağı iş eğer varsa çocuklarıyla, çocukları yoksa tek başına orada çalışan görevlilerin yardımıyla yasal ve sosyal hakları için mücadele etmektir. Yasal ve sosyal hakları olan, sosyal yardım, oturabileceği bir konut ve iş bulmak, bilmiyorsa Almanca öğreneceği bir kursa yazılmak, nafaka ve boşanma davası, çocuklarının geleceğini kurmak önünde duran başlıca konular oluyor. Tabi en zoru, kadının kırılan ve parçalanan kişiliğini onarması ve kendine yeniden güven kazanmasıdır. Bu temel güven, çekirdek ailesi tarafından kendisine kazandırılmıştır ya da kazandırılmamıştır. Her iki durumda da kendine güven duyma ve kaybettiği özsaygısını kazanma en zor ancak en önemli adımlardır. Yani bu yola çıkan kadın, güçlüdür. O, ne kader kurbanıdır, ne de feleğin sillesini ya da tokadını yemiş bir insandır.
Zahide Yentür