Aydın ÇUBUKÇU
„Açık Şehir“ kavramı, savaşların yıkıcılığını bir ölçüde sınırlamak için icat edilmiştir. Bir anlaşma biçimidir ve yenilen kent, kazananların vahşetini, yağmacılığını, hiç olmazsa insaflı sınırlar içinde tutmak için bütün savunma, direnme araçlarından vazgeçtiğini ilan ederek kaybını azaltmaya çalışır. Özellikle Nazi ordularının karşı konulmaz bir biçimde Avrupa’yı istila etmeye başladığı zamanlarda, tarihsel ve kültürel değerleri tartışılmaz olan bazı kentler „Açık Şehir“ ilan edilmiştir. Brüksel, Paris, Belgrad, Nazilere karşı, Roma, Floransa, ABD ordusuna karşı işgalci Almanlar tarafından „Açık Şehir“ statüsünde gösterilmiştir. Böylece bu kentler, bombardımandan kurtulmuş, tarihi kültürel değerleri korunmuştur.
Savaşın bir ahlakı varsa eğer, bu kavram o kapsamdadır.
Notre Dame Katedrali cayır cayır yanarken özellikle İslamcı kesimden kimilerinin sevinç çığlıkları atmalarına, hatta kimi „solcu“ zihniyetlerin „Engizisyonun merkezi yandı, boş ver gitsin“ mealindeki sözlerine bakınca bu ilkeyi hatırlamak kaçınılmaz oldu.
Notre Dame Katedrali, yaklaşık 800 yaşındaydı. İnşaatı 170 yıl sürmüş, sonraki yıllarda da içi-dışı sanat eserleriyle süslenmeye devam etmiş bir yapıydı. Her bakımdan „insanlığın ortak malı“ olarak kabul edilmeyi hak etmişti.
Paris’in tüm değerlerini kendi evinin içindekilerden daha iyi bilen Ressam İsmail Yıldırım’ın anlattığına göre, bir zamanlar Kültür Bakanlığı da yapmış olan Devrimci Romancı, Sanat Tarihçisi André Malraux zamanında, çağdaş sanatçıların katkısına da açılmış, kimi vitraylar, tablolar eklenmiştir. Bir bakıma Malraux, katedrali zihinlerde yeniden inşa eden Victor Hugo’nun izinden gitmiş, dinsel bir yapı olmanın çok ötesindeki anlamını bir kez daha vurgulamıştır.
Gerçekten bu tür tarihsel yapılar, başlangıçta düşünülen işlevlerini aşarak, bütün bir insanlık tarihinin, dinlerin ve inançların olduğu kadar siyasetin, sanatın tarihin de birer tanığı, sözcüsü, belgesi olarak önem kazanırlar. Yangında, yalnızca bina değil, içindeki sanat eserleri ve el yazması kitap koleksiyonu da yok olmuştur. Böylece basitçe tarihsel belleğimizin bir yanı değil, insanlık bilincimizin de bir dayanağı yok olmuştur. Edebiyatın, resmin, heykelin, mimarinin, müziğin ilham kaynağı olarak taşıdığı önemi ellerinin tersiyle bir kenara atıp ve yalnızca kendi kısır ve kör ideolojik kalıplarıyla konuşanların, „İnsan nasıl insan oldu“ sorusuna verecekleri tek bir doğru cevap olamaz.
Yangın, büyük bir insanlık anıtını yok ederken, kurumuş zihinlerin karanlık mağaralarını bir kez daha görmemiz için bir ışık da tutmuş oldu. Değmezdi, ama bununla avunalım.