Berlin’de 2 yaşındaki Tuana’nın tedavi olmak için kaldırıldığı Charite Hastanesi ile aile arasında yaşanan tartışmaya Türk Hükümeti karışınca, olay sıradan bir hastane vakası olmaktan çıkıp lobi faaliyetinin parçası haline geldi.
Tuana A. Berlin’de dünyaya gelmiş, daha iki yaşında bir çocuk. Bu yılın Şubat ayında ailesi tarafından sağ bacağındaki ağrılar nedeniyle Berlin’in en büyük hastanesi Charite’ye götürülmüş. Röntgen çekimlerinde sağ bacakta kemik kanseri tespit edilmiş. Ve bundan sonra hem çocuk hem de aile için ölümle kalım arasında gidip gelmeler başlıyor.
Kötü huylu 4 santimlik ur, Charite doktorları tarafından hemen alınmış, kemoterapiye başlanmış. Ancak yoğun araştırmalardan sonra hastane doktorları Tuana’nın kurtulabilmesi için sağ bacağının dizden itibaren kesilmesi gerektiğine karar vermiş.
Bu, aile için tarifi imkansız, gerçekten de zor bir durum. Her anne-baba gibi Tuana’nın ailesi de yavrularını kurtarmak için bütün kapıları çalıyor. Doktorların verdiği kararı sorguluyor, bir yanlışlık sonucu çocuğun bacağının kesilmemesini istiyor. Doğal olarak, röntgenleri, raporları başka doktorlara da gösteriyorlar. Tuana’nın geleceği için en doğru karar neyse onun verilmesi için…
Bütün soru ve sorgulamaların ardından baba Selim A. kızının durumuyla ilgili ikinci bir doktor görüşünün alınmasını istiyor. Ancak, hastanenin doktorları “hayati tehlikenin arttığını” gerekçe göstererek bu talebi, anlaşılması güç bir şekilde yerinde bulmayarak reddediyor. Babanın ikinci doktor görüşünde ısrar etmesi üzerine doktorlar, önce ailenin ikna edilmesi için bir imama, ardından da Berlin Gençlik Dairesi’ne haber verip babanın kızını hastanede kaçıracağı ihbarında bulunuyor. Aynı doktorlar, kızın ameliyatı için gerekli izni almak için de baba hakkında dava açıyorlar. Ancak Kasım ayının ortasında görülen davada mahkeme doktorların talebini reddederek, babanın ikinci görüş alma hakkının bulunduğuna hükmediyor. Ve baba, bu karar üzerine Tuana’yı 14 Aralık günü Türkiye’ye götürüyor.
Buraya kadar her şey, hastane ile aile arasında ‘olağan’ bir anlaşmazlık hali olarak yaşanıyor.
ANKARA’DAN GELEN TELEFON
Ne var ki, Tuana’nın hastalığı, ailenin yaşadığı sıkıntılar, hastaneyle yaşanan tartışmaların ardından konunun basına taşınmasından sonra, olay, Ankara’dan gelen bir telefonla sıradan bir sağlık sorunu olmaktan çıkıp, Tütrk devletinin imaj faaliyetine dönüştü.
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, basında çıkan haberler üzerine aileyi telefonla arayarak, Tuana’nın kurtarılması için Türk devleti olarak her türden yardıma hazır olduklarını iletti ve konuyla doğrudan ilgilenmesi için kendisine bağlı olan Dış Türkler ve Akraba Toplulukları’nı devreye koydu.
Böylece, Charite Hastanesi’nin, dolayısıyla Almanya’nın çözüm bulamadığı “kemik kanseri”ni yenmeye Türkiye talip oldu!
ALMAN DOKTOR, TÜRK DOKTOR
Kos Adası’nın (Yunanistan) bilge hekimi Hipokrat’ın adıyla anılan Hipokrat Yemini’nde doktorların bir insanı kurtarmak, en iyi ve doğru tedaviyi yapmak için bütün gücünü kullanacağından söz edilir.
Değil Almanya’nın, dünyanın sayılı hastaneleri arasında yer alan Charite’deki hekimlerin de bu yemine sadık kalarak, Tuana için en doğru kararı vermeleri gerekiyor.
Pek doğaldır ki, bu kararın aileye anlatılması, aydınlatılması ve ikna edilmesi de aynı doktorların görevidir. Ama öyle anlaşılıyor ki, doktorlar Tuana’nın babasını uygulanacak tedavi konusunda ikna edememişler. Kafasındaki sorulara kesin yanıtlar verememiş ya da baba bu yanıtları kabullenmek, gerçekle yüzleşmek istememiştir.
Ama hangi nedenle olursa olsun, görevi mevcut bilimsel gelişmeler ışığında insan hayatını kurtarmak olan doktorlar arasında Türk-Alman ayrımı yapmak doğru değildir. Nasıl ki, doktorların hastalar arasında Türk-Alman ayrımı yapması doğru değil ise, aynı şekilde hastaların da doktorlar arasında bu ayrımı yapması doğru değildir.
Ama gelin görün ki, Tuana’nın babası kızını Berlin’den Ankara’ya götürürken, “Kızımı Türk doktorlar muayene edecek. Şifa umuduyla Türkiye’ye gidiyoruz” diyor.
Daha açıkçası, bunu Tuana’nın babası değil, ona bu tercihi yaptıranlar, bu yola başvurması için maddi ve manevi desteği sunan politikacılar söylüyor.
Ve aynı açıklamadan öğreniyoruz ki, Tuana’nın Türkiye’ye götürülmesini asıl olarak Dış Türkler Başkanlığı istemiş, hastaneyi ayarlamış ve masrafları üstlenmiş.
Yani, en zor gününde bir umut ışığı arayan ailenin karşısına, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ve ona bağlı olan Dış Türkler Dairesi ortaya çıkmış ve tabir caiz ise “Bu kanseri Türk doktorlar yener” diyerek yönlendirmişlerdir.
BU İLGİ VE ALAKA NEDEN?
Türkiye’nin devlet olarak Almanya’nın başkenti Berlin’deki bir çocuğun hayatıyla bu denli yakından ilgilenmesi sizce normal mi? Normal ise bu yakın ilgi ve alakanın bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı çocuklara da gösterilmesi gerekmiyor mu? Örneğin Türkiye’nin her hangi bir kentinde ya da kasabasında kanser olan çocuklarla da bakanlar acaba bu denli üst düzeyde yakından ilgileniyor mu? Yani Türkiye’de de kansere yakalanan çocukların ameliyat masraflarını da tıpkı Tuana’da olduğu gibi devlet mi üstleniyor?
Keşke öyle olsa…
Ama, televizyon haberlerinden ve gazete sayfalarında bunun tersi haberlere her gün rastlamak mümkün. Parası olmadığı için tedavi olamayan, ölen sayısız insan var Türkiye’de… Keza dahası hastane masraflarını karşılamayanların rehin alındığı bir ülkedir Türkiye…
En önemlisi de Türkiye’de kansere yakalananlar maddi olanakları olduğunda çareyi hemen Avrupa’da, Amerika’da aramıyorlar mı?
Durum bu olduğu halde, Tuana’nın Türkiye’ye götürülmesinin arkasında ne yatıyor?
DÜPE DÜZ LOBİ STRATEJİSİNİN PARÇASI
Tuana’nın hastalığı nedeniyle Ankara ve Berlin’deki Türk devleti temsilcilerinin üst düzeyde harekete geçmesi, kansere yakalanmış bir çocuğu kurtarmanın masumane çabasından öteye, sinsi bir politikanın döndüğünü gösteriyor. Bu politika, Dış Türkler Dairesi’nin kurulmasıyla, “Nerede bir Türk varsa orada biz varız” şeklinde özetlenmişti. İtalya’nın “Beyaz Melek” adıyla uyguladığı lobicilik faaliyetinden esinlenerek hazırlanan bu yeni konsept gereğince “Dünyanın neresinde bir Türk’ün burnu kanarsa devlet oradadır”! Tuana’nın durumuna Ankara’nın müdahalesi tam da buna denk düşmektedir. Yani, ortada devletin bir yurttaşına yaptığı masumane bir yardımdan çok, belirlenmiş bir stratejinin bir yurttaş üzerinden hayata geçirilmesidir söz konusu olan. Benzer bir yaklaşım Ludwigshafen yangını ve NSU cinayetleri sırasında da denenmişti.
Türk hükümeti, kendi coğrafyasındaki acizliğinin üstünü örtmek, “büyük devlet” imajı vermek için yurttaşlara “yalnız değilsiniz” duygusu vererek, onların “gönlünü kazanma” manevrası yapıyor. Ama bir yandan da her fırsatta ‘gurbetçiden’ yararlanmaya çalışmakta, Ankara’dan kaynaklı bürokratik sorunları görmezden gelmekte.
Küçük Tuana’nın başına gelenler de, NSU cinayetleri de Almanya’ya ait sorunlardır ve bunlar ancak burada çözülebilir. Türkiye’nin devreye girmesi, ilk başta olumlu bir adım gibi algılansa da aslında burada yaşayan vatandaşların hayatını zorlaştırmaktan başka bir anlam taşımamakta, ve olayların sonucunu da pek etkilememektedir.
Ama dileriz, bu kez bir mucize olur ve Tauna, bacağı kurtulmuş olarak Berlin’e döner. Onun üzerinden hayata geçirilmek istenen politikalar da elbette boşa çıkar. (YH)