Written by 12:00 ÇALIŞMA YAŞAMI

Daha fazla ücret ve iyi çalışma koşulları, eşit haklar ve barış için 1 Mayıs’ta alanlara

Bu yıl Almanya’da 1 Mayıs gösteri ve mitingleri, “Daha fazla maaş, daha fazla zaman, daha fazla güvence” sloganı altına düzenleniyor. DGB ve çatı örgütüne üye sendikalar bunun için ne yapıyorlar? Bu taleplerin gerçekleşmesi için nasıl bir çizgi izlemeliler? Milyonlarca işçiyi temsil eden sendikaların böyle bir dönemde başka hangi talepleri ileri sürmeliler? Milliyetçilik, savaş ve barış gibi konular işçi ve emekçileri ilgilendirmiyor mu – neden bu konular DGB çağrısında yer almıyor?!

SERDAR DERVENTLİ

Alman Sendikalar Birliği DGB, bu yıl 1 Mayıs sloganını “Daha fazla ücret, daha fazla zaman, daha fazla güvence” (“Mehr Lohn, mehr Freizeit, mehr Sicherheit”) olarak belirledi.

Son yıllarda yaşanan yüksek enflasyon sayesinde işçi ve emekçinin reel ücretleri eriyip gitti. Öncesinde de ücretler sürekli geriden geliyordu; Şirketler ihracat ve kar rekorları kırarken işçi ve emekçilerin ücretleri yerinde sayıyordu.

DGB’ye bağlı Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü WSI’nin verilerine göre milyonlarca işçi ve emekçinin reel ücretleri 2016 yılının düzeyinde! Veya bir başka deyişle son 8 yıldır ücretler yerinde sayıyor! Dolayısıyla DGB’nin ana sloganındaki “daha fazla ücret” haklı bir talep.

DAHA FAZLA ÜCRET NASIL ELDE EDİLİR?

Bir talebin haklı olması işin bir yanı. Ama asıl önemli olan yanı bunun yerine getirilmesidir. DGB’nin ileri sürdüğü ve diğer sendikalarında üstlendikleri “daha fazla ücret” talebi nasıl yerine getirilecek? Tabi ki mücadele edilerek bu talepler elde edilebilir. 2022/2023 ve bu yılın ilk aylarına baktığımızda Almanya’da sürekli grevlerin gündemde olduğunu, kitlesel mücadelelerin verildiğini görüyoruz.

Özellikle 2023’in ilk yarısına kamu emekçilerinin, demiryolu işçilerinin ve postacıların grev ve eylemleri damgasını vurdu – toplam 498 grev ve eylem yapıldı. Postacıların süresiz grev oylamasındaki tutumlarıyla (postacıların %85,9’u süresiz greve evet demişlerdi) mücadeleden yana olduklarını göstermişlerdi.

Fakat imzalanan sözleşmeler işçi ve emekçilerin beklentilerinin çok altında kaldı. İster kamu emekçilerinin ister postacıların sözleşmeleri olsun – her iki tarafta sözleşme süresi sona erdiğinde reel ücretler ortalama yüzde 6 daha düşmüş olacak! Aynısı EVG tarafından imzalan sözleşmelere içinde geçerli. İmzalanan bütün sözleşmeler aylarca “sıfır zammı” da içeriyor olması özellikle bir kerelik ödemelerinin etkisini de yok ediyor.

Özellikle enflasyonun yüksek olduğu ve gelecek yıl belirsizliklerin devam ettiği koşullarda 12 aydan daha uzun süreli bir sözleşme imzalanması reel ücretlerin düşmesinin önü açılması anlamına geliyor. Dolayısıyla iki kademeli ücret artışını içeren sözleşme imzalanması bile gündeme alınabilir: İlk altı ay için geçen altı aydaki enflasyonu telafi etmek ve reel ücretleri yükseltmek üzere, ikinci altı ay içinde yine aynı faktörler gözetilip sözleşme imzalanır. Bugün aslında sendikaların ek zam talebini ileri sürmeleri gerekir – Ama bundan çok uzağız!

Sözleşmelerin kapsam alanının daraldığından, sürekle daha az işçinin TİS kapsamına girmesinden yakınmak, hükümete ve sermaye örgütlerine, “Sözleşme kapsamını genişletin” çağrısı yapmak yerine bunun mücadelesini vermek gerekir. Dayanışma grevleriyle sözleşmelerin kapsamı pekâlâ genişletilebilir. Finlandiya’da sendikalar, paket taşımada çalışan 700 işçinin sözleşme kapsamı dışına itilmesini ve bununla birlikte ücretlerinin yüzde 30 düşürülmesini, ülke genelinde dayanışma grevleri düzenleyerek engellediler. Sözleşmelerin kapsam alanı böyle genişletilir ve korunur!

DAHA FAZLA ZAMAN…

1 Mayıs’ın ortaya çıkışında (kutuya bkz.) olduğu gibi bugün de çalışma sürelerinin uzunluğu ve kısalığı işçi ve emekçilerin gündeminde olmayı sürdürüyor. Sermaye kesimi için iş gününü uzatmak artı değeri oranını artırmanın en önemli araçlarından biridir.

Bu nedenle DGB’nin çağrısında “daha fazla zaman” talep edilmesi doğru olmakla birlikte, “daha fazla zaman nasıl elde edebiliriz” sorusuna yanıt bulmamız gerekiyor.

Özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren çalışma sürelerinin esnekleştirilmesinin gündeme girmesiyle birlikte birçok işkolunda “nefes alan fabrika”* modelleri yürürlüğe konuldu. Bu modellerle de çalışma süreleri üretimin ihtiyaca göre uzatılıyor veya kısaltılıyor, 7/24 saat çalışmaya/üretmeye olanak sunuluyor. Esnek çalışma modellerinde genelde işin püf noktası şu oluyor: yıl genelinde (veya daha kısa bir dönem için) ortalama haftalık çalışma süresi belirlendiği için uzun süre çalışıldığı dönemler (ki buna bazı işletmelerde Cumartesi ve Pazar dahil olabiliyor) fazla mesai zammı ödenmiyor, daha az çalışıldığı süreler için ise ücret telafisi ödenmiyor. Dolayısıyla bu çalışma modelleri, çok özel istisnalar bir yana, bir bütünüyle sermayenin ihtiyacına yanıt veren modeller.

Bu tür çalışma modelleriyle milyonlarca işçi ve emekçinin ücretleri pratik olarak gasp edildiği gibi çalışma ve yaşam koşulları da kötüleştiriliyor. İşin yoğun olduğu dönemlerde günlük fazla mesai ve hafta sonu çalışmak zorunda kalınırken iş yoğunluğunun azaldığı dönemlerde ise daha düşük ücret karşılığı evde kalmaya zorlanılıyor. Bu çalışma tarzı işçinin sağlığına olumsuz yansıdığı gibi sosyal ilişkilerine de olumsuz yansıyor.

Üretimin ihtiyacına göre geliştirilen bu tür çalışma modelleri sendikalar tarafından da destekleniyor. Son yıllarda “bireyin çıkarını ve ihtiyacını gözetme” adına çalışma sürelerinde kolektif çözümler yok ediliyor.

Çalışma sürelerinin işçinin sağlığını ve sosyal ilişkilerini gözeten tarzda düzenlenmesi ancak kolektif çözümlerle ve esnek çalışmaya engel konularak mümkün olur. Esnek çalışmaya engel olmak ve iş yoğunluğunun artmasını engellemek için çalışma sürelerinin kısaltılması talebi her halükârda “tam personel karşılığı” olarak ileri sürülmeli.

Önümüzdeki dönem başta iş yoğunluğunun yüksek, personel sayısının düşük olduğu işkolları olmak üzere bütün işkollarında haftalık çalışma sürelerinin tam ücret ve personel karşılığı 30 saate düşürülmesi talep edilmelidir.

DAHA FAZLA GÜVENLİK…

DGB çağrısında çalışma dünyasının ekolojik ve dijital dönüşümüne vurgu yapılırken, “Bizim görevimiz dönüşümü sosyal açıdan adil bir şekilde düzenlemektir.” İlk etapta kulağa hoş gelen “sosyal açıdan adil düzenleme” anlamı, şu satırı okuyunca değişiveriyor: “Yükün adil bir şekilde paylaşılmasını dikkat ediyoruz.” Sermayenin üretimi ekolojik ve dijital yeniden düzenlemesinin “yükü” (kastedilen faturası!) neden adil paylaşılsın ki? Bu yükün tamamen sermaye tarafından karşılanması gerekiyor! Eğer, DGB’nin 1 Mayıs çağrısında denildiği gibi, “teknolojik dönüşüm sosyal ilerlemeye dönüşmesi” sağlanacaksa sendikaların şimdiden çok daha ileri giden talepleri belirlemeleri ve ileri sürmeleri gerekiyor. Bunların başında, “teknolojik dönüşüm nedeniyle hiç kimse işten çıkarılamaz, ücretleri düşürülemez” talebinin yer alması gerekiyor. Ama ne var ki DGB çağrısında böyle bir talebin esamesi bile yok!

Bu tür taleplerin ne kadar önemli olduğu demir-çelik işkoluna bakıldığında görülüyor. Demir çelik üretiminde, “yeşil çelik üretimi” başlığı altında başlayan dönüşüm, bugün KruppThyssen’de olduğu gibi binlerce işçinin işini kaybetmesi anlamına geliyor! Veya otomobil yan sanayisi devlerinden ZF’te yaşananlar. ZF’in elektro otomobil ile ilgili planları piyasada tutmadığı için binlerce işçinin işten çıkarılmasına karar verdi, hem de kısa bir süre önce iş güvencesi verilen bir sözleşme imzalanmasına karşın. Bu liste rahatlıkla uzatılabilir.

Sermaye kesiminin verdiği sözü tutmadığı, imzaladığı sözleşmeleri bile yeri geldiğinde iptal ettiğine ilişkin onlarca örnek verilebilir.

Ayrıca sendikalar “daha fazla güvenceden” söz ettiklerinde bu sadece “iş güvencesi” ile sınırlı görülmez. Bu aynı zamanda sosyal güvenlik anlamına gelir. 15 milyona yakın insanın yoksulluk içinde olduğu, 2 milyon insanın günde bir sıcak öğün için saatlerce kuyrukta beklediği, milyonlarca işçi için şimdiden emeklilik döneminin yoksulluk dönemi olacağı kesin olduğu bir ülkede sendikalardan daha fazlasını beklememek garip olur!

“Ve refah devleti güvenilir kalmalıdır” (“Und der Sozialstaat muss verlässlich bleiben.”) deniliyor çağrıda… “Bürgergeld” (eski Hartz IZ) miktarının ayda 61 euro yükseltilmesi bile aylarca tartışma neden olan, bu artışa bağlı olarak yaptırımların yeniden yürürlüğe konulduğu bir ülkede sözde refah devleti ne kadar güvenilirdir ki! Neden DGB ve ona bağlı sendikalar “İşsizlik Parası” sonrası işçilere “Bürgergeld” yerine “İşsizlik Yardımı” ödenmesini talep etmiyor? “İşsizlik Yardımı” son alınan ne ücretin yüzde 53/57’si (çocuksuz/çocuklu) düzeyindeydi.

“Güvenlik” somut olmalı ve bunun için mücadele edilmeli. Bu kelime çok kez yazılıp, çizildiğinde daha inandırıcı olmuyor.

MİLLİYETÇİLİĞİ SADECE AFD Mİ YAPIYOR?

“Mevcut zorlukların çözümü nefret ve bölünmede değil, birliktelikte yatmaktadır” denilen DGB çağrısında haklı olarak “Irkçılar ve sağcı popülistler çalışanların çıkarlarını temsil etmemektedir.” (“Die Rassisten und Rechtspopulisten vertreten nicht die Interessen der Beschäftigten.”) deniliyor ve “Çalışanların AfD’den bekleyecekleri hiçbir şey yoktur.” (“von der AfD haben Beschäftigte nichts zu erwarten.”) diye ekleniyor.

Fakat bu ülkede işçi ve emekçileri ulusal kimliklerine ve kökenlerine göre bölmeye çalışan, birlikteliklerine nifak sokan sadece AfD değil ki. Aralarında AfD üyelerinin bulunduğu bir grup faşistin, göçmenleri nasıl kitlesel olarak bu ülkeden nasıl sürebileceklerini (“Deportation”) tartışmalarına gösterilen tepki yerden göğe kadar haklıdır. Ama bu ülkenin sosyal demokrat başbakanının, “çok hızlı ve kitlesel olarak sınır dışılar örgütlemeliyiz” demesine tepki verilmiyorsa o zaman çok ciddi bir sıkıntı var.

SAVAŞ VE BARIŞ SORUNU GÜNDEMDE DEĞİL

Ayrıca milliyetçilik propagandası bununla da sınırlı değil. “Alman sermayesi ile Almanya’daki işçilerin çıkarlarının aynı olduğunun” propagandasının yapılması, “Almanya’nın üretim merkezi olarak korunması” fikrinin sürekli işlenmesi ve bunun sendikaların programatik kararlarına yansıması, sosyal güvenlik sistemi için bir somut miktar talep etmeyen sendika yönetimlerinin “Almanya’nın sanayisizleşmesinin önüne geçmek için 600 milyar euroluk yatırım fonu” (IG Metall) ve “ucuz enerji” talep (DGB ve üye sendikalar) edilmesi ve daha da ileri gidilip, “Alman savunma sisteminin bağımsızlığı için” devletin, Alman silah şirketlerine daha fazla sipariş vermesinin talep edilmesi tüm bunlar da milliyetçiliği körüklüyor ve uluslararası işçi dayanışmasını hiçe sayıyor!

Hükümetin, “Alman ordusunun savaşabilir, vurucu gücü büyük ve harekât kabiliyeti yüksek bir orduya dönüştürülmesi” talebinin kendisi olduğu gibi buna destek verilmesi de milliyetçiliği körükleyen bir tutum olduğu ortada.

Her ne kadar geniş kamuoyunun gündemine Ukrayna-Rusya savaşı ve İsrail’in Filistin’e karşı sürdürdüğü imha etme savaşı girse de bugün dünya genelinde 20 savaş yaşanmakta ve bunların tümünde Almanya’nın gönderdiği silahlar da kullanılmaktadır.

Artık öyle hal aldı ki, sendikaların genel kurullarından “diplomatik çözüm aranmalı”, “barış sağlanmalı” gibi önerileri içeren konuşmalar yapanlar, “Putin dostu” veya “Yahudi düşmanı antisemit” olarak teşhir edilmekteler. Diğer yanda ise sermaye yanlısı iktisatçıların, “daha fazla sosyal harcama yerine silahlanmaya para ayrılmalı, bu işyerlerini koruyacak ve sosyal adaleti de güvenceye alacaktır” sözleri duymazdan geliniyor!

Oysa tam da sendikaların barış konusunda kararlı olmaları gerekiyor, silahlanmaya ve silah ticaretine “AMA” demeden “HAYIR” demeleri gerekiyor!

TALEPLERİMİZİ ALANLARA TAŞIYALIM

DGB’nin çağrısında yazılanları işçi ve emekçiler açısından değerlendirip olması gerekenleri ortaya koymaya çalıştık. Şüphesiz eksik kalan yanı vardır.

Ama önemli olan işçi ve emekçilerin bütününü ilgilendiren bu taleplerin 1 Mayıs alanlarına taşınması, gösteri ve mitinglere gelen işçi ve emekçilerle tartışılması ve bu taleplerin yeniden fabrikalar taşınarak uğruna mücadele edilmesidir.

* Her ne kadar “nefes alan fabrika modeli” denilse de esnek çalışma modelleri bütün branşlarda uygulanıyor. Çalışma modellerinin sayısı özellikle zaman havuzları uygulamalarıyla artırılıyor.


1 Mayıs’ın tarihi

İşçi sınıfının BİRLİK, MÜCADELE ve DAYANIŞMA günü 1 Mayıs, 1890 yılından bu yana kitlesel olarak kutlanıyor. 14-21 Temmuz arasında Paris’te toplanan İkinci Enternasyonal, “1 Mayıs gününün bütün ülkelerde “Birlik, mücadele ve dayanışma günü” başlığı altında gösteriler karar altında aldı. Gösterilerin merkezinde “8 saatlik işgünü” olacaktı.

Çalışma sürelerinin kısaltılarak günlük 8 saate indirilmesi talebi, Paris’te karar altına alındığı günde yeni değildi. 1856 yılında Avustralyalı işçiler, 8 saatlik işgünü talebiyle bir yürüyüş düzenlemişlerdi. 1886 yılında ise ABD’de 8 saatlik işgünü talebiyle 1 Mayıs günü genel grev kararı alınmıştı. Bunun üzerine büyük sanayi merkezlerinde kitlesel gösteriler ve grevler yapıldı. O dönem 12 saatlik işgünü ve 6 günlük çalışma haftası geçerliydi. 3 Mayıs akşamına kadar devam eden kitlesel eylem ve grevler polisin provokasyonuyla kanla bastırılmıştı. Çalışma sürelerinin günlük, haftalık ve yaşam boyu kısaltılması mücadelesi bugün de bütün ülkelerdeki işçi ve emekçilerin en önde gelen taleplerinden biri olmayı sürdürüyor.


Başkanlar nerede konuşacaklar?

Yasmin Fahimi, DGB Başkanı: Hannover

Elke Hannack, DGB Başkan Yardımcısı: Münster

Stefan Körzell, DGB Yönetim Kurulu Üyesi: Koblenz

Anja Piel, DGB yönetim kurulu üyesi: Halle/Saale

Christiane Benner, IG Metall Genel Başkanı: Erfurt

Frank Werneke, Ver.di Genel Başkanı: Münih

Michael Vassiliadis, IG BCE Genel Başkanı: Köln

Robert Feiger, IG BAU Genel Başkanı: Bremen

Maike Finnern, GEW Genel Başkanı: Hamburg

Martin Burkert, EVG Genel Başkanı: Ludwigshafen

Close