Written by 16:36 HABERLER

Değişim için oylar Sol Parti’ye

sevim dagdelen1 

İki dönemdir Sol Parti’den federal milletvekilliği görevini yürüten ve 22 Eylül seçimlerinde yeniden aday olan Sevim Dağdelen gazetemizin sorularını yanıtladı.

 

Federal Meclis için üçüncü dönem adaysınız. Seçimlere ilişkin beklenti ve tahminleriniz nedir?

Che’nin sözleriyle ifade edecek olursam, ‚gerçekçiyim ve imkansıza ulaşmaya çalışıyorum‘. Son anketlerde, Sol Parti’nin ülke çapındaki oy oranı yüzde 8-9 civarında. Yani artırmamız için uygun ortam mevcut. Seçimlere kadar kalan son haftalarda, sosyal adaletsizlik ve insanların bu durumdan duydukları rahatsızlık ile en azından seçimlerde Sol Parti’ye yönelmeleri arasındaki orantısızlığı gidermek için daha fazla çalışmamız gerekiyor. Hedefimizin hükümeti değiştirmek değil, gerçek anlamda siyaseti değiştirmek olduğunu anlatmamız gerekiyor ve bunu başaracağız. Gerçek anlamda bir siyaset değişikliği isteyenler, oylarını SPD veya Yeşiller’e değil, Sol Parti’ye vermelidir.

 

Sevim Dağdelen, son iki yasama döneminde neleri başardı?

Partimin Meclis Grubu adına, örneğin eş ve aile birleşimi ile AB-Türkiye Ortaklık Hukuku konularında bazı başarılar elde ettim. 2007’den bu yana SPD ve CDU tarafından, Alman olmayan eşlerin birleşimi konusunda zorluklar getirildi. Konunun mağduru şahıslar, evlendikleri eşlerinin yanına gelebilmek için öncesinde kendi ülkelerinde, çoğunlukla zor koşullar altında Almanca öğrenmek zorundalar. Bu da, dayanılması güç ve uzun süreli ayrılıklara yol açıyor. Sol Parti olarak başından itibaren bu düzenlemenin iptalini istedik. Çünkü bu düzenlemenin AB hukukunun ve temel anayasal hakların ihlali anlamında geldiğini düşünüyoruz. Geçtiğimiz yıllarda bu konuya ilişkin yaklaşık 20 soru önergesi vererek sorunu kamuoyunun gündemine taşıdım.

Birçok hukuk uzmanı, bu uygulamanın AB Hukukunu ihlal ettiği görüşünde olmasına rağmen, Federal İdari Mahkeme 2010 yılında düzenlemeye onay verdi. Ancak benim, Sol Parti adına bu konuda AB Komisyonu’nun yayınladığı bir resmi görüşü Flamancadan Almancaya tercüme ettirip kamuoyuna duyurmamın ardından, Federal İdari Mahkeme 2011’de görüşünü değiştirmek ve AB Hukuku ile ters düşülmüş olabileceğini kabul etmek zorunda kaldı.

Öte yandan, AB-Türkiye Ortaklık Sözleşmesi ve buradan doğan haklar da, kamuoyunun bilgisi dahilinde değildi. Oysa bu hukuka dayalı olarak Türkiye kökenli göçmenlerin büyük çoğunluğu açısından bir dizi kapsamlı hak doğmuş durumda. Sol Parti çok sayıda meclis girişiminde bulunarak buna dikkat çekti ve konuyu defalarca medyanın gündemine getirdi. Federal Hükümet de, bu durumu kısmen kabul etmek zorunda kaldı. Bu durum, Sol Parti açısından, tüm göçmenleri kapsayan politikanın temelden değiştirilmesini talep etmek için önemli bir nedendir.

Dış politika alanında çalışmamın ağırlığını, AB’nin ve onun güvenlik politikasının militaristleştirilmesi bağlamında yaşanan gelişmeler oluşturdu. İkinci dönemde Avrupa Dışişleri Hizmetleri’nin oluşumunu eleştirel bir yaklaşımla izledik ve örneğin Afganistan, Irak, Somali ve Nijer’deki gibi, küçük çaplı da olsa AB’nin ölümlere yol açan, polis teşkilatlarının yapılandırılması veya eğitimi konulu müdahaleleri hakkında kamuoyunu bilgilendirdik. Bunlar, çoğunlukla gözlerden ırak, bence rahatça hareket etmelerini engelleyebileceğimiz müdahalelerdi. Eğer hükümetten bu konularda düzenli olarak bilgi vermesini talep ederseniz ve bilgileri kamuoyuyla paylaşırsanız huzurlarını kaçırabiliyorsunuz. Bu çalışma Meclis Grubu açısından da yararlıydı. Çünkü birçok konuda ortak görüş oluşturulmasını sağladı. Bunun dışında, ‚koruma sorumluluğu” adı altında uluslararası hukukun daha da esnekleştirilmesine karşı çaba gösterdik. Yeni müdahaleler gündeme geldiğinde, İran, Libya ve Suriye’deki yeni savaş planları hakkında aydınlatma çalışması sürdürdük. Tabii, mecliste çoğunluk sahibi değilseniz de birşeyler elde etmeniz mümkün.

 

Suriye’de gerginlik artıyor. Almanya katılsın, ya da katılmasın, Suriye’ye karşı bir saldırı gündeme geldiğinde ne yapmayı düşünüyorsun?

Günümüzde zor gibi görünse de, kitleleri harekete geçirmeye çalışmak gerekir. Böylesi bir saldırının taşıdığı tehlikeler, bu çabaları zorunlu kılıyor. Burada da gerçeğin açığa çıkarılması ve savaşın toz bulutları arasında kaybolmaması için çaba sarfetmek gerekiyor. NATO üyeleri ve ortakları yıllarca tarafları silahlandırıp bir iç savaşı körükleyerek, ardından kahraman olarak ortaya çıkamazlar. Burada başta Türkiye’yi yakından izlememiz ve oradaki savaş karşıtı güçlerle birlikte çalışmamız gerekiyor. Ayrıca, Federal Ordu birliklerinin Türkiye’de konuşlandırılması için kamuoyunun aldatıldığını ve yönlendirildiğini biliyoruz. Gerilimin tırmanması durumunda buna dikkat çekmek zorundayız. Bunu yapabilecek durumda olduğumuzu bilmesi bile tek başına Federal Hükümeti daha dikkatli adım atmaya zorlayacaktır. Gelecekte de bu türden gerilim tırmandırıcı dinamikleri engellemek için, Almanya’nın NATO’dan çıkması talebimizi yoğunlaştırmak zorundayız.

 

NSU skandalında gördüğümüz gibi, göçmenler Alman devletine duydukları güveni kaybettiler. Bu konuda neler diyeceksiniz?

NSU davasındaki müdahil avukatlar Federal Meclis Araştırma Komisyonu’nun bu konuda hazırladığı raporu sert bir dille eleştirerek, asıl sorun olan “kurumsal ırkçılığın” adının konulmadığını söylediler. NSU kurbanlarının avukatları bu konuda haklı. Sorunun özü tahlil edilmiyor. Hatta Meclis Komisyonu, “devletin başarısızlığından” söz ediyor. Gerçekten devletin başarısızlığı mı, söz konusu olan? Yoksa sayısız dosyadan, güvenlik birimleriyle NSU teröristlerin eşi benzeri olmayan bir işbirliği değil mi, ortaya çıkan gerçek? Ama görüldüğü gibi, araştırmayla yükümlü güvenlik birimlerinin sistematik başarısızlığı aslında kurumsal ırkçılıktan kaynaklanıyordu. Hatta devletin cesaretlendirip teşvik ettiği bir sağ terörizmden söz etmek gerekiyor. Gizli servisler, çözümün değil, neonazi sorununun bir parçasıdır. Gizli servisler ve polis teşkilatı, nazi geçmişleriyle yüzleşmeyi bile gerçekleştiremediler. Günümüzdeki nazilerle ilgilenme gibi bir dertleri de yok. NPD ve diğer nazi örgütlerin yasaklanması gerektiği gibi bu kurumların da dağıtılması gerekir. Bence atılacak somut adımlar bunlardır. Elbette daha da önemlisi, neonazilerin ideolojik gıdalarını aldıkları zeminin ortadan kaldırılması gerekir, bu zemin de toplumun ortasında yer edinmiş olan ırkçılıktır. Ona karşı mücadele edilmeli, genelde sosyal ayrımcılığa, özelde göçmenlerin uğradığı dışlamaya son verilmelidir. Federal Hükümetin, göçmenleri toplumun eşit haklara sahip bir parçası olarak tanımayan politikaları, ırkçılara ve neonazilere saldırılarda bulunmaları için çıtayı indiriyor. 2008 yılında kararlaştırılan Irkçılıkla Mücadele İçin Ulusal Eylem Planı, bugün de somut, uygulanabilir ve ölçülebilir önlemler önermiyor.

 

Zenginlik ve yoksulluk, dünyada ve özellikle de Almanya’da tartışılan önemli konulardan. Asgari ücret ve milyonerler vergisiyle sorun çözülür mü?

Tek ve asıl çözüm değildir elbette. Ama doğru yönde atılmış bir adım olacaktır. Hükümetin verilerine göre, özel şahısların net serveti 2007-2012 yılları arasında 1,4 trilyon Euro arttı. Bu rakamların arkasında ise servetin adaletten son derece uzak dağıtılması yatıyor. En zengin yüzde 10’luk kesim, toplam servetin yarıdan fazlasını elinde tutuyor. Bu kesimin elindeki miktar giderek artıyor. 1998’de servetin yüzde 45’i onların elindeydi, 2008’de ise yüzde 53’e ulaştı. Diğer taraftan halkın yoksul yüzde 50’lik kesiminin serveti ise, toplam servetin yüzde 1’ine denk düşüyor. Burada şu basit gerçek karşımıza çıkıyor: Çoğunluğun yoksulluğu, bir avuç azınlığın zenginliğiyle yanyana ilerliyor. Eğer yoksulluğa karşı birşeyler yapmak istiyorsanız, zenginlik konusunda susmayı tercih edemezsiniz. Bu nedenle Sol Parti, faturanın spekülatörlere ve tekellere çıkarılmasını istiyor. Eğer bir milyon Euro üzerindeki özel servete ve beş milyon üzerindeki işletme değerlerinden yıllık yüzde 5 ek vergi alınsa, 80 milyar Euro ek gelir elde edebiliriz. Bu parayla da daha fazla kreş açılabilir, okullar iyileştirilebilir ve kamu hizmetleri düzeltilebilir.

Ücretlerde de ciddi bir eşitsizlik söz konusu. Üst ücret grubundakilerin ücretleri artarken, tam gün çalışanların düşük ücret grubundaki yüzde 40’ının ücretleri, enflasyon karşısında geriledi. Yarım günlük veya kısmi işlerin sayısı arttı. Tam gün çalışmasına rağmen kazandığı ücretle en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan ve yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı da durmadan yükseliyor.

Bu yüzden 10 Euro asgari saat ücreti uygulamasına geçilmesini talep ediyoruz. Bugün neredeyse karın tokluğuna çalışan birisinin bu sınırın altına düşmeyen emekli maaşı alması mümkün değil. Elbette asgari ücretin her yıl en azından hayat pahalılığı oranında artırılması gerekir.

 

 

sevim dagdelen

Sevim Dağdelen Kimdir?

1975’te Duisburg’ta doğdu. 1997’de lise öğrenimini tamamlayıp Marburg Philipps Üniversitesi’nde hukuk öğrenimine başladı. Ardında hukuk öğrenimini Avustralya’da Adelaid Üniversitesi ve Köln Üniversitesi’nde sürdürdü. 2007 yılından beri Bochum’da ikamet ediyor.

1991’den beri ver.di sendikası üyesi olan Dağdelen, 1993-2001 yılları arasında DİDF Gençlik’in merkezi komisyonunda aktif olarak çalıştı. 2003-2010 yılları arasında DİDF Yürütme Kurulu üyeliği görevinde bulundu. 2005’te Göçmen Kadınlar Birliği’nin kurulmasında aktif rol aldı. 2007 yılından bu yana Rote Hilfe e.V. ile 2009’dan beri Militarizm Enformasyon Bürosu (IMI)’nun üyesidir.

 

Close