Written by 09:31 POLITIKA

Gazze fayı

M. Sinan Birdal

Gazze’deki can kaybı sürdükçe insani kriz küreselleşiyor, dünyanın başka köşelerinde yerelleşiyor, yeni anlamlar kazanıyor, yeni politik kırılmaları tetikliyor. AKP-MHP’nin seçim yenilgisi, İstiklal Caddesi’nde gözaltına alınan başörtülü gençler hadisenin sadece bir yüzü. Sıkça kullanılan bir ifadeyle Gazze bir fay hattı haline gelmiş durumda. Hafta başında önümüze düşen haberlere bir göz atalım:

ABD, Mısır’da taraflar arasında yeni bir ateşkes anlaşması için harekete geçerken ve el Şifa Hastanesinden ceset görüntüleri sosyal medyaya düşerken, BM Güvenlik Konseyinde Filistin’in devlet olarak tanınması konusu bir kez daha gündeme alındı. Aynı gün Lahey Uluslararası Adalet Divanı Nikaragua’nın Almanya’ya karşı açtığı davayı görmeye başladı. Pazartesi günü Nikaragua Elçisi ve Nikaragua’yı temsil eden Alman Hukukçu Daniel Müller Almanya’yı Soykırım Sözleşmesi’ndeki yükümlülüklerini yerine getirmemekle, hatta soykırım suçuna yardımcı olmakla suçladı. Bu satırları yazarken Almanya mahkemedeki savunmasına yeni başlıyor. Hukuk ekibinin başında Almanya Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Hukuk Müşaviri Tania Ruth Hilde Freiin ve von Uslar-Gleichen var. Her iki hukukçunun da hukuki yaklaşımını yorumlayabileceğim metinlerini aradım ancak nafile. Müller uluslararası hukukta devlet ve şirketleri temsil eden bir avukat, von Uslar-Gleichen ise aristokratik bir aileden gelen ve hem babası hem büyükbabası orduda komutanlık yapmış bir bürokrat; 2019-2022 arasında Federal İstihbarat Teşkilatının başkan yardımcılığını yürütmüş. Güney Afrika-İsrail davasına nazaran, (örneğin John Dugard gibi) hukuk doktrinine etkide bulunmuş hukukçular bu davada yok.

Nikaragua’nın şikayeti ister istemez Güney Afrika’nın şikayetine bağlı. Eğer mahkeme Güney Afrika-İsrail davasında soykırım suçu işlenmediğine karar verirse, Almanya’nın soykırıma engel olmadığı, yardımcı olduğu gibi bir suçlama da haliyle boşa düşecek. O davada da yeni gelişmeler olmakta: Kolombiya mahkemeye başvurarak Güney Afrika’nın şikayetine ek olarak davaya müdahil olmak istediğini açıkladı. Netanyahu Hükümetinin mahkemenin ihtar kararını meydan okurcasına görmezden gelmesi başta ABD ve Almanya gibi İsrail’i uluslararası platformlarda savunmaya çalışan müttefiklerini bir hayli zora sokuyor. Burada mesele dar anlamda Filistin-İsrail sorunu değil uluslararası normlar ve liberal dünya düzeni. ABD de Almanya da, bilhassa Rusya ve Çin gibi güçlere karşı kendilerini, insan hakları ve liberal demokrasiye dayanan normatif bir düzenin, uluslararası insani hukukun şampiyonları olarak sunuyorlar. Uluslararası hukuk girişimleri tam da bu iddiaları sarsmakta. Dikkat çeken bir başka önemli husus hukuki itirazların yükseldiği coğrafyalar: Afrika ve Orta-Latin Amerika. “Batı” kamuoyunda bir torba terim olarak kullanılan “Küresel Güney” kavramı birden bambaşka bir mana almaya başladı. “Güney”in ilk itirazı değil bu elbette. Ancak terimin yanıltıcı çağrışımları var: Kalkınma yardımıyla siyasi sadakat sağlanabilecek bir ortam yok. 1970’lerde, ’80’lerde değiliz. Dünya ekonomisi de dünya siyaseti de bambaşka bir yerde ve mevcut siyasi-diplomatik kadroların bunu ne kadar idrak etmiş olduğu meçhul. Dolayısıyla Nikaragua Devlet Başkanı Ortega’nın otoriterliği ya da Almanya’nın Filistin’e en çok ekonomik yardım yapan ülke olması, bunları dile getirenleri daha inandırıcı kılmıyor. Mesele bu boyutları çoktan aşmış durumda.

1960’ları hatırlatan bir şekilde savaşın ilk vurduğu mekanlar üniversiteler. ABD’de Los Angeles’taki Pomona’dan New York’taki Columbia’ya uzanan bir silsilede kampüslerde protesto düzenleyen öğrenciler uzaklaştırma ve atılma cezalarına çarptırılıyorlar. Bu kararlar kuşkusuz mahkemelere intikal edecek ve üniversite yönetimleri kararlarını savunacaklar. Yalnız mesele yine 1960’ları hatırlatır şekilde yüksek öğrenim kurumlarının nasıl idare edileceği meselesiyle ilişkili. Örneğin Pomono’da protestocu öğrenciler üniversite idaresinden öğrenci temsilci kurulunun yüzde 75 oyla geçirdiği kararı uygulamasını talep etmiş ve bir protesto duvarı hazırlamışlar. Rektörün buna cevabı ise YÖK rektörlerinden farklı olmamış: Önce afişler sökülmüş, sonra bunu protesto için rektörlüğe giren öğrenciler polis zoruyla dışarı çıkartılmış, gözaltına alınmış, biri tutuklanmış. Rektörlerin güç gösterisi de alışılmadık değil, ancak etkisinin ne olduğu çok tartışılır. Genç kuşak İsrail politikasına eleştirel yaklaşmaya başladı diye hayıflanan zevatın böyle baskı politikasından medet umması ciddi -yani başka çelişkileri tetikleyecek- bir çelişki. Nitekim, Kuzey Amerika’daki 270 akademik kurumdan 1500’ün üzerinde akademisyenin imzaladığı ve ABD Başkanı Biden’a yazılmış olan mektup Gazze’deki üniversite, akademisyen ve öğrenci kayıplarına dikkat çekip yeni bir terimi dolaşıma sokuyor: Akademi-kırım (scholasticide).

Bu hadiselerin özellikle Kuzey Amerika-Avrupa-Avustralya kampüslerinde doğrudan yankıları olduğu unutulmamalı. Örneğin, Köln Üniversitesi rektörünün siyaset teorisi ve feminist teori gibi alanların abideleşmiş isimlerinden biri olan Profesör Nancy Fraser’a davetini geri çekmesi akademik camianın gündemine oturdu. Meğer Fraser önce Albertus Magnus profesörü olarak (Anlaşılan bir dizi konuşma yapmak için) davet edilmiş, sonra beş ay önce imzaladığı bir metinden ötürü davet geri çekilmiş. Almanya basınında “Cancellayan profesör cancellandı” basitliğinde ele alınan hadisede rektörün tüm bu kararları tek başına aldığı, Fraser’ın kim olduğu belliyken neden davet edildiği, ve sonuçta antisemitizimle suçlanan Yahudi düşünürün siyaset teorisini Yahudi düşünce geleneğinden ürettiği unutuldu. Her hadisenin olumlu bir tarafı var: Birkaç Ortaçağ uzmanı dışında dünya Albertus Magnus’un kim olduğunu Fraser sayesinde öğrendi.

Fraser’ın çalıştığı New School Üniversitesi rektörü Köln Üniversitesi rektörüne yazdığı mektupta şöyle sesleniyor: “Bildiğiniz gibi biz Nazilerden kaçan entelektüelleri kurtardık. Biz yok edilen eleştirel düşünceyi, Alman akademisinin değerli akademik geleneklerini devam ettirdik. [Fraser’ın] davetini iptal kararınız ona, akademiye ve bu üniversiteye yapılmış bir hakarettir. Ancak daha da önemlisi akademik özgürlüğe karşı kabul edilemez bir meydan okumadır. Umarım kararınızı yeniden gözden geçirirsiniz.”

(Kaynak: evrensel.net)

Close