Written by 14:55 uncategorized

Göçmenlerin sorunları görülmeli

Yücel Özdemir

Türkiye ve Entegrasyon Araştırmaları Merkezi Direktörü Prof. Hacı Halil Uslucan, Almanya’da göçmenler üzerine yürütülen tartışmalar, uyum sorunları ve Türkiye kökenli göçmenlerin durumu hakkında Yeni Hayat’ın sorularını yanıtladı.

Sayın Uslucan, son haftalarda Almanya’da göç ve göçmenler üzerinde yapılan tartışmaların çoğu genellikle olumsuzluklar üzerinden yapılıyor. Peki 50 yıllık göç tarihinde birlikte yaşam adına hiç mi olumlu gelişmeler yok? Yoksa bunlardan bilinçli olarak mı söz edilmiyor?
50 yıl önce Almanya’ya göç eden Türkiye kökenli göçmenler açısından pek çok olumlu gelişme söz konusu. Ben sadece bir iki alandan örnek göstermek istiyorum.
En önemli alan eğitim. Bu konuda genellikle Türkiye’den gelen insanların ne kadar başarısız olduğundan söz ediliyor. Ama buna bir de tarihi açıdan bakacak olursak, aslında göçün eğitim açısından çok büyük başarılara yol açtığı görülebilir. Şöyle ki; bizim babalarımızın kuşağı en fazla 3-5 yıl okula gitmiş ya da en fazla ortaokulu bitirebilmişti. Şimdiki gençler, Almanlara göre başarısız olmalarına rağmen en az 8-10 yıl okula gidiyorlar. Bunu kuşaklar arasında bir kıyaslamaya tabi tutarsak ikiye katlama söz konusu. Tarihte, bir kuşak sonra eğitim seviyesinin ikiye katlanması az görülen bir durum. Bu bakımdan Almanya’ya göç eğitim açısından çok büyük başarılara yol açtı.
İkincisi; üniversiteye gidenlerin sayısındaki artıştır. Üniversiteye giden Türkiyeli öğrencilerin sayısı gittikçe çoğalıyor. Bu da önemli bir olgu. Daha önce “alt sınıf” olarak görülen Türkiye kökenliler arasında bu durum giderek değişiyor, üniversite okuyanlar orta sınıfa geçiyor. Bu da klasik yabancı tanımlamasını değiştiriyor.

Alman vatandaşlığını alan, araştırmalarda da “Alman” olarak değerlendiren, hukuksal anlamda eşit haklardan yararlanan göçmenler arasında kendisini buraya ait hissetmeme duygusu yaygın. Bu durum nasıl sonuçlara yol açıyor?
Hukuksal anlamda eşit olmakla birlikte, sosyal alanda, günlük algılamalarda görünüşten ötürü onlara belli beklentilerle, tahminlerle yaklaşılıyor. Dış görünüş bakımından “yabancı” olan, belki ona bu gözle bakandan çok daha iyi Almanca bildiği, iyi eğitim aldığı halde, görünürdeki farklılıklar daha belirleyici oluyor.
Örneğin Türkiye, Yunanistan, İspanya’dan gelenlerde yabancılık daha çabuk görülüyor. Buna karşın Polonya, Ukrayna gibi ülkelerden gelenler, konuşmadığı sürece günlük hayatta yabancı olarak algılanmıyor.
Benzer bir durum Müslüman ülkelerden gelen kadınlar için de geçerli. Başörtüsüyle otobüse binen bir kadına otomatikman başka bir gözle bakılıyor. Ama aynı durum, Ukrayna’dan gelen, Almanca bilmeyen bir yabancı kadın için geçerli değil.

Hükümet yetkilileri Almanya’nın artık bir göç ülkesi olduğu gerçeğini kabul ediyor. Ama buna rağmen gerekenler pek yapılmıyor. Hükümetlerin göç sürecine eleştirel yaklaşarak sonuçlar çıkarması neden pek mümkün görünmüyor?
Aslına bakarsanız 1970’li yıllardan bu yana bilimsel olarak Almanya’nın bir göç ülkesi olduğu, göçmenlerin bu ülkeye ait olduğu dile getiriliyordu. 1979’da yayınlanan “Kühn Memorandumu” bu konuda oldukça önemli. Yine Klaus Bade, ta 1980’de yaptığı araştırmalarda “Bu insanların topluma entegrasyonu için daha fazla çaba harcamamız gerekiyor, aksi takdirde ileride daha fazla çaba harcamak zorunda kalacağız” diyordu.
Bu süre zarfında devlet de birçok şey yaptı. Projeler hayata geçirildi. Hatta kimi zaman çok iyi niyetli planlar, çok kötü tepkiler de yarattı. Örneğin, Berlin’de bazı ilçelere göçmenler için taşınma yasağı vardı. Bunların başında Kreuzberg, Wedding ve Tiergarten gibi Türklerin yoğun yaşadığı semtler geliyordu.
Bunun arkasında yatan fikir aslında o kadar kötü değildi. Amaç, Türklerin/yabancıların koloniler, gettolar halinde yaşamasının önüne geçmek, Alman halkıyla birlikte yaşamasını sağlamaktı. Ama bu fikir pratik hayatta çok büyük bir dışlanmaya yol açtı. Yabancılar haklı bir şekilde “Her Alman Berlin’de istediği semte taşınıyor, ama ben uygun bir fiyata bulduğum eve taşınamıyorum” demeye başladı.

Bu söyledikleriniz genel olarak göçmenlerin, özel olarak da Türkiye kökenlilerin sosyal konumlarıyla bağlantılı sorunlar. Ama bugünkü tartışmalar sırasında nedense göçmenler arasındaki işsizliğin, yoksulluğun neden bu denli yüksek olduğu pek konuşulmuyor. Uyum ile doğrudan bağlantılı olan sosyal sorunların üstü örtülmüyor mu?
Göçmenler arasında işsizlik Almanlara göre iki kat daha fazla. Gençler arasında bu bazı yerlerde üç katına kadar çıkıyor. Göçmenlerin kazandığı gelir de ortalamanın altında. Şunun altını çizmek gerekiyor: Yabancıların ne türden sorunlar yarattığına bakmak yetmiyor, onların ne gibi sorunları olduğunu da görmek gerekiyor. Son aylardaki tartışmalarda genellikle göçmenlerin ne gibi sorunlar yarattığı, yükler getirdiği öne çıkarıldı; ama, ne türden sorunlarının olduğu ise maalesef çok az dile getirildi.
Uyum sorunları aynı zamanda sosyal sorunların bir yansıması olarak kendisini dışa vurmuyor mu?
Şunu görmek gerekiyor: Hiç bir toplumda tümüyle uyum diye bir şey yoktur. Yabancılar olmasa da bu ülkede uyum sorunu olacaktır. Çünkü Alman toplumu homojen bir toplum değildir. ‘Dezintegrasyon’ denilen içindeki uyumsuzluk her zaman sözkonusu. Bu toplum içinde mevcut toplumsal normları kabul etmeyen, bazı değerlere eleştirel yaklaşan kesimler sözkonusu.
Tartışmalar sırasında Alman toplumun kendi içinde uyumlu olduğu yanılsaması yaratılarak, bir tek yabancıların bu uyumu bozduğu yargısı hakim görüş haline getirilmek isteniyor.
Bunlar sosyolojide tartışılan kritik konular. Bazı muhafazakar bilimciler ‘sosyal düzen’den yola çıkıyor. Eleştirel bilim insanları ise ‘sosyal çatışma’dan yana tutum alıyorlar.
Çünkü çatışmalar olmadan değişim olmaz; çatışmaların içinden yeni çözümler çıkıyor. Bu anlamda bazı siyasetçiler ‘belli bir gerginlik ve çatışma olmazsa daha iyi olur’ diyor. Ancak bence bu mümkün değil.
Bir toplum içinde çatışmaların zeminini farklı çıkar grupları ve sınıfsal konumları yaratıyor. Bu yüzden de çatışmasız, uyum içinde bir toplum isteğinin sorgulanması gerekiyor.

Türkiyeliler arasında dindarlık abartılıyor

Bugün genellikle farklı ülkelerden gelen, farklı kültürlere ve inançlara sahip insanlar arasındaki çatışmadan söz ediliyor?
Bunu tek bir bölüme ayırmak zor. Eğitim alanında yapılan araştırmalarda hep çok farklı çizgiler görmekten söz ediliyor. Bu çatışmalar kadın-erkek, sınıflar, etnik kökenler, dinler arasında olabiliyor. Ama tek bir farkı görmek yetmiyor. Türk-Alman, fakir-zengin ayrımı çoğu zaman yetmeyebiliyor. Birçok faktör birarada olabiliyor.
Örneğin yabancılar arasındaki şiddetten söz edildiğinde bütün yabancılar kastediliyor.
Yine örneğin eğitimde yaşanan sorunlar. Bu sorunları yaşamayan yabancılar da var. Gelir durumu iyi olanlar çocuklarını iyi okullara gönderiyor, özel öğretmenler tutuyor. Maddi imkanlar sağlıyor. Bu durumda eğitimde başarısız olan yabancılar asıl olarak en altta kalanların çocuklarıdır. Benzer bir durum Almanlar için de geçerli.
Yani tek bir etnik kökeni görmek olayları açıklamaya yetmiyor. Bunun bilincinde olmak gerekiyor. Siyasetçiler bunu göremiyor veya görüyorlar ama bunu dışa vurmak istemiyorlar.

Göçmenler üzerinde yapılan tartışmalarda İslam ülkesinden gelme adeta özel bir hal alıyor. Örneğin Türkiye’den gelen göçmenler çizilen ‘Müslüman profiline’ ne kadar uyuyor?
İki şeyi ayırdetmek gerekiyor. Son yıllarda kullanılan “Kültür Müslümanları” kavramı var. Kültürel olarak İslam’a yakın ama gereklerini yerine getirmeyenler. Bu kesim Türkiye kökenliler arasında yaygın. Berlin’de yaptığım bir araştırmada direk olarak “Kendinizi dindar buluyor musunuz?” sorusuna yüzde 80’den fazlası “Tabi ki dindarım” yanıtını verdi. Ama filtre halinde bunu günlük hayatlarında uygulayıp uygulamadıklarını sorduğumuzda bu ‘dindarlık oranı’ yüzde 30-33 arası çıkıyor.
Bu da Türkiye kökenlilerin çizilen resme uymadığını gösteriyor. Yani din Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlilerin günlük yaşamını belirlemiyor.
BAMF tarafından 2009’da yayınlanan büyük bir araştırmada bunun bir çok ülkeden gelen göçmenler için de geçerli olduğunu ortaya koydu. Göçmenlerin elbette geldikleri ülkelerle bağı var, ancak bazı fenomenler göçmenlik olgusuyla gelişiyor. Dini konular, kültürel muhafazakarlık ise bunun en iyi örnekleri. Sadece Türkiye’den gelenler arasında değil, bütün göçmenler arasında bu olgular söz konusu. Diasporada/gurbette olunca gelinen ülkenin değerlerine çok daha fazla önem veriliyor.
Benzer durumlar Almanya’dan ABD ve Latin Amerika’ya giden Almanlar için de sözkonusu.

Asıl olarak Almanya’daki siyasete müdahale etmek gerekiyor

Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bir Alman gazetesine verdiği demeçte, bu 50 yıllık süreçte Türkiye’nin de hatalarının olduğunu ifade etti. Sizce Türkiye’nin en büyük hataları neydi?
Benim görebildiğim kadarıyla, Türkiye en azından son 10 yıldır burada yaşayan insanları “Gurbette kaybolan evlatlar” değil, buranın insanı olarak görüyor. Bunun politikası izleniyor. 1990’lı yıllara kadar Türk basınında “gurbetçi”, “bir gün geriye dönecekler” havası hakimdi.
Burada psikolojik açıdan bazı şeyleri yeniden eleştirmek gerekiyor. Bir kaç Türk siyasetçinin – iyi niyetten de olsa, “Almanca öğrenin”, “çocuklarınızı iyi okullara gönderin” şeklindeki çağrıları niyetle ilgili değildir. Sanki buradaki insanlar bilinçli bir şekilde Almanca öğrenmiyor! Ki bu durum bir istek, emir üzerinde değişecek de değildir. Türkiye’deki üst düzey siyasetçilerin “uyum sağlayın” demesiyle uyum sağlanmıyor. Bunun için yapısal değişiklerin olması gerekiyor.

Türkiye’deki hükümet bir kez daha Avrupa’da seçim sandıkların kurulmasını gündeme getirdi. Sizce böyle bir durum olursa uyum süreci bundan nasıl etkilenir?
Bunun arkasında yatan asıl amaç, “Türkiye’yi unutmayın!, ‘Türkiye’deki siyasetin bir parçası da sizsiniz” mesajı vermek. Buradan Türkiye’deki siyasete yönelmek kişilerin kendisinin vereceği bir karar.
Ama şunu da söylemek gerekiyor ki, 35-40 sene burada yaşayanlar buradaki siyasetten çok daha fazla etkileniyor. Asıl olarak Alman vatandaşlığına geçip buradaki siyasete müdahale etmek gerekiyor. Eğer bu yapılabilirse, göçmenlere karşı sürekli konuşan siyasetçiler de susturulabilir.
Eğer kendimizi bu ülkenin bir parçası olarak görüyorsak, bu ülkenin bir insanı isek buranın siyasetini etkilemmiz gerekiyor. Yılda 3-4 hafta tatil için gidilen Türkiye’nin siyasetini belirlemeye çalışmak bence doğru olmaz.
Yaşamadığımız bir ülkenin siyasetini belirlemektense yaşadığımız ülkenin siyasetini belirleme ihtiyacı çok daha önem arz ediyor. Bunun için de şartlarının yerine getirenlerin en kısa zamanda Alman vatandaşlığına geçmesi lazım .

Close