Written by 10:52 TOPLUM

GÖÇMENİN ADI ÇOK…

Tonguç Karahan

Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerinde artan savaş, sefalet ve yıkım, kitlesel insan göçünü bir kez daha dünyanın gündemine taşıdı. Göç yollarına düşen insan sayısı on binler, yüz binler değil milyonlarla ifade ediliyor. Yola düşenlerin yaşadığı acıları, travmaları ise istatistiklere dökmek mümkün değil.

Peki kim bu, bazen ‘sığınmacı’, bazen ‘mülteci’, bazen ‘göçmen’, bazen ‘kaçak göçmen’ olarak adlandırdığımız milyonlarca insan?

BM rakamlarına göre, 2015 yılında dünya genelinde göç edenlerin sayısı, 2000 yılına göre yüzde 41 artarak 244 milyona yükselmiş. BM’in saptadığı bu rakamlar, doğduğu ülkede yaşamayan insanların sayısını içeriyor ve bunların yaklaşık 65 milyonunu sığınmacı kategorisinde yer değiştirenler oluşturuyor.

Doğup büyüdüğü yerleri terk ederek, başka bir ülkede yeni bir yaşam kurma derdine düşen bu insanların ‘neden ve nasıl bu hale getirildiği yerine, hangi isimle adlandırılacağı o kadar da önemli mi’ diye sorabilirsiniz haklı olarak ama, gidecekleri-gittikleri ülkede hangi hukuksal çerçeveye sokulacakları, nasıl bir yaşam kuracakları ne yazık ki, nasıl adlandırıldıklarıyla ilişkili…

KİM MÜLTECİ KİM GÖÇMEN

Hayatını bir ülkeden başka bir ülkeye taşımak durumunda kalan insanlar hakkında konuştuğumuz zaman sıklıkla kullanılan üç sözcük karşımıza çıkıyor: Mülteci, göçmen, sığınmacı.

Mülteci ve sığınmacı tanımlaması arasında, içerik anlamda bir fark bulunmuyor aslında… ‘Mülteci’, sığınma başvurusu kabul edilerek koruma altına alınmış kişileri ifade ederken, ‘sığınmacı’ ise mülteci olarak kabul edilme başvurusu henüz sonuçlanmayan kişileri tanımlıyor.

Asıl fark ve tartışma, mültecilikle göçmenlik arasında. Ve hukuksal olarak ayırması kolay görünse de, ekonomik, politik ve insani açıdan bakıldığında hala netlik kazanmamış bir tartışma sözkonusu.

İkisi arasındaki fark konusunda genel kabul gören ve yaygın olarak kullanılan kriter; mültecilerin istemeyerek-zorunlu nedenlerle ülkelerini terk ederken, göçmen olarak adlandırılan insanların ‘kendi istekleriyle’ ülkelerini terk etmeleri.

Ama ne var ki, bu kriterin günümüz dünyasındaki göç hareketlerini açıklamaya yettiğini söylemek mümkün görünmüyor. Çünkü milyonlarca insan yoksulluk, kıtlık, açlık veya ekonomik gerekçeler yüzünden doğduğu ülkeyi yaşanmaz buluyor ve daha iyi bir yaşam umuduyla başka bir ülkeye, eğer mümkünse de Avrupa veya ABD’ye ulaşmaya çalışıyor.

Ama bu gerekçeler, gitmeyi istedikleri ülkelere girmek ve yerleşmek için kabul görmüyor. Bu nedenle de milyonlarca insan resmi olmayan yollardan ve sığınmacı olarak bu ülkelere ulaşmaya çalışıyor. Yani yollara düşen milyonlarca insanın ne kadarının siyasi ne kadarının ekonomik nedenlerle göç ettiğini belirlemek oldukça zor. Avrupa ülkelerinin bu karışıklığı giderme yöntemi ise dikkat çekici: Her ne sebeple olursa olsun Avrupa’ya yönelen göç akımını önlemek; buna rağmen gelebilenlerin ezici çoğunluğunu sınır dışı etmek!

Bu ise iki önemli soruna ve tartışmaya kapı açıyor: İlki, temel bir insan hakkı olan sığınma hakkının fiilen yok sayılması. İkincisi ise açlık, sefalet, kıtlık, işsizlik gibi ekonomik-sosyal sorunlar yüzünden başka bir ülkeye gitmek isteyenlerin buna hakkının olup olmayacağı.

Uluslararası alanda mülteciliği düzenleyen 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Cenevre Sözleşmesi, “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korkan…” ve bu nedenle ülkesini terk eden kişilere mültecilik statüsü öngörüyor. Bu hukuksal çerçeveye göre, ekonomik gerekçeler yüzünden bir başka ülkede yaşam kurmak isteyenler bu kapsamda görülmüyorlar.

Ama ne var ki, son 40-50 yılda yaşanan göç hareketlerine bakıldığında, göçe zemin hazırlayan ekonomik ve politik gerekçeleri birbirinden ayırmak mümkün değil. Örneğin uzun yıllar boyu önemli bir savaş ve çatışma bölgesi olan Afganistan’dan kaçan insanlara yakın tarihe kadar, ‘politik sığınma hakkı’ tanınması haklı ve gerekli sayılıyordu. Ama Avrupalılar artık buradan gelenlerin çok sınırlı bir kesimini mülteci olarak kabul ediyorlar. Yine benzer bir durum Afrika ülkelerinden gelenler açısından geçerli. ‘Kendi istekleriyle ve ekonomik gerekçelerle’ geldikleri öne sürülerek, Avrupa’ya yerleşmeleri önlenmeye çalışılıyor. Yani bu ülkelerde insanları ekonomik göçe zorlayan zeminin savaşlar, emperyalist müdahaleler veya sömürü politikaları olduğu gerçeği yadsınıyor. Diğer bir deyişle, sığınma hakkı, soyut ve mutlak bir insan hakkı olarak değil, her ülkenin kendi ekonomik-politik çıkarlarına ve hesaplarına göre hayat buluyor. Bu nedenle de örneğin bugün sığınma talebi meşru bulunup kabul edilen Suriyeliler, belki birkaç yıl sonra “ekonomik nedenlerle Avrupa’ya gelmek isteyen kaçak göçmen” olarak damgalanacaklar. Yine, Türkiye’deki geçerli mülteci hukukunun, mültecilik statüsünü sadece Avrupa’dan gelenlere tanıyıp, Avrupa dışındaki ülkelerden gelen sığınmacıları hukuken yok sayması da bu keyfiyetin bir başka örneği.

Yani günümüzdeki göç realitesinin gösterdiği şudur ki, kimin göçmen, kimin mülteci sayılacağı, etik, hukuksal veya akademik bir tartışmadan ziyade dünyaya egemen olma derdindeki güçlü devletlerin politik-ekonomik tercihleriyle belirleniyor. Yani ülkesini ‘kendi isteğiyle mi’, yoksa ‘mecbur kaldığı için mi’ terk ettiği ya da ‘ekonomik mi’ yoksa ‘politik nedenlerle mi’ göç ettiği önemsizleşiyor. Diğer bir deyişle ülkesini terk edenlerin değil bunların geldiği-gelmek istediği ülkelerdeki iktidarların istekleri belirleyici oluyor.

Nitekim, 1950’li, 60’lı yıllarda, ekonomik açıdan ihtiyaç duydukları işgücünü törenler eşliğinde davet edip, göçmen işçi olarak bağrına basan Avrupa ülkeleri, şimdi işine gelmediği, kendine yük olduğunu düşündüğü için, bugün aynı gerekçelerle Avrupa’ya gelmek isteyenleri, adeta ‘düşman’ veya ‘tehdit’ olarak görebiliyor. Ekonomik ve politik çıkarları söz konusu olunca uluslararası hukuk da, temel insan hakları da, uygarlık ve özgürlük üzerine söylenen şaşalı sözler de çok rahatlıkla bir kenara konup, Avrupa’nın etrafını dikenli tellerle örerek, kendi neden oldukları göçü önlemeye girişebiliyorlar.

ASIL SINIRLAR EMEKLE SERMAYE ARASINDA

Sorunun kaynağında da zaten bu çelişki yatıyor: İster ekonomik ister politik nedenlerle milyonlarca insanın yerlerin yurtlarından olmasının arkasında, emperyalist devletlerin ekonomik ve politik bakımdan dünyayı yaşanmaz hale getirmeleri gerçeği yatıyor. Bu sömürü ve yağma, sonuçta kaçınılmaz olarak göç yollarına düşen, Avrupa ve ABD gibi göçe neden olan devletlerin etrafına yığılanların sayısı artıyor; ve giderek yığınsallaşan, karmaşıklaşan bu göç akımı, sadece Avrupa veya ABD’nin etrafına örülen duvarları, dikenli telleri değil eski hukuksal çerçeveyi de zorluyor ve sınırlar, dolaşım özgürlüğü, insan hakları gibi kavramların yeniden tarifini ve emperyalist-kapititalist sistemin kendisini tartışmayı gerekli kılıyor.

Üretimin, pazarların ve sermayenin uluslararasılaşmaya ihtiyaç duyduğu emperyalizm çağında, emekçilerin ve ezilen halkların sınırlarla ve tel örgülerle hapsedilmek istenmesi, kapitalizmin tutarsız ve çelişkili karakterini yansıtıyor: Askeri, ekonomik ve politik bakımdan dünyayı yiyip bitirmeye girişen kapitalizm, bir yandan ayakta kalabilmek için buna ihtiyaç duyarken diğer taraftan da kaçınılmaz olarak insanları göçe zorlayan koşulları hazırlıyor. Ve sınırlar, sadece devletler arasında bir bölünmüşlüğü değil, asıl olarak da emekle sermaye arasındaki bölünmüşlüğün göstergesine dönüşüyor. Batılı devletler çareyi duvar örmekte, tel örgüleri yükseltip uzatmakta buluyorlar; ama ne kadar yüksek ve güçlü görünürse görünsün, örülen duvarlar ve tel örgüler, bu çelişkinin neden olduğu gerilim ve baskıya dayanabilecek kadar sağlam değil.

Çünkü göçmenlik de mültecilik de, sömürüye, eşitsizliğe ve ayrıcalıklara dayalı kapitalizmin zorunlu olarak ürettiği sonuçlar. Bu yüzden göç ve göçmenlerle mücadele sonuçsuz kalmaya mahkum görünüyor, ta ki durmadan göç ve mültecilik üreten bu eşitsizlik dünyanın gündeminden çıkana kadar.

Close