Julian Dörr/Süddeutsche Zeitung
Bazılarınız „bu da nereden çıktı?“ dese bile kadına yönelik şiddeti konuşmadan önce kullandığımız dil üzerine konuşmamız gerekiyor.
Hollywood ve Weinstein olayı, kadına yönelik şiddetin, din, etnik yapı ve toplumsal katman farkı olmaksızın pekişmiş toplumsal bir sorun olduğunu ortaya koydu. Bu durum ataerkilliğin esas alındığı, kadın ve erkek eşitsizliğinin damgasını vurduğu bir sistemde yaşamamızın sonucu. Kadına yönelik şiddet, aynı zamanda toplum olarak cinsel şiddete nasıl ve nereden baktığımıza da bağlı.
Dilimizi nasıl kullandığımız dünyaya bakışımızın da göstergesidir. Kafamızdaki resimler, dünyayı nasıl yorumladığımızı ortaya koyan çerçeveler sunarak dilimizi de etkiler. İster psikolojik ister fiziki olsun, kadın şiddeti üzerine ne şekilde konuştuğumuz bizim şiddet konusunda aldığımız tavrı da gösterir. Medyada bu konunun nasıl işlendiğine baktığımızda da bunun farkına varırız. Süddeutsche gazetesindeki Weinstein haberlerine bakarsak bu olaydan seks skandalı olarak söz ediliyor, Weinstein’in saldırıları seks saldırıları olarak niteleniyor, şiddetin cinsiyetçilikten uzaklaştırılarak cinselleştirilmesi ve böylece bulvar gazetelerinde yayınlanır hale getirilmesi en büyük problemimiz.
Cinsel şiddet ve tacizin acımasız gerçekliğiyle mücadele etmek yerine seks skandalı kavramıyla olay hayvanileştiriliyor, kontrol edilemeyen dürtülere bağlı olarak işlenmiş bir suç düzeyine indirgeniyor. Örneğin, kadına yönelik şiddet toplumsal bir olay olmaktan çıkarılıp yapımcı Weinstein seks suçu işlemekten kurtulacağı bir kliniğe gönderildiğinden, sanki şiddetsiz cinsellik yaşanamazmış gibi, sürdürülen tartışmaların Hollywood’u cinsellikten söz edilmeyen bölge haline getireceği endişesinden söz ediliyor.
Hollywood olayları, film branşında yükselmek isteyen küçük film yıldızlarının gönüllü olarak rejisör, yapımcı ve erkek starların yataklarına girdiği şeklinde yorumlanıyor. Geleceklerini garanti etmek için yaşlı zengin erkeklerin yataklarına girip, işler iyi gitmeyince erkekleri taciz ve tecavüzle suçlayan genç kadınların öyküleri yayınlanıyor. Cinsiyetçiliğin cinsellikle bağıntısının olmadığı gözlerden gizleniyor. Cinsiyetçilik, kadının geleneksel rollere sıkıştırıldığı, mutfak, çocuk, kilise üçlüsüne mahkum bırakıldığı, kadının zayıf cins olarak değerlendirildiği bir ideolojidir. Güçlü erkek ve ele geçirilmeye mahkum zayıf kadın klişelerinden kurtulmadan, erkek egemenliğine son verilmeden cinsiyetçilik sona ermez.
Kadını kurban eden sisteme karşı mücadele edilmeden taciz, tecavüz ve cinsel şiddetin bittiğinden söz edilemez.
Kadına yönelik şiddet gündeme geldiğinde, sanki dünya var olalıdan beri, erkeklerden bağımsız, zayıf cins olan kadının kaderiymiş gibi davranılıyor. Kadına yönelik şiddet kavramı sayesinde cinsel şiddet ve ayrımcılık salt bir kadın problemi gibi yansıtıyor. Erkekleri hiç ama hiç ilgilendirmeyen, karışmamaları gereken bir sorun olarak gösteriliyor. Bu tamamıyla yanlış bir tanımlama. Kadına yönelik şiddet kadınların değil erkeklerin sorunudur. Çünkü şiddeti uygulayanlar genellikle erkeklerdir. Hem de sadece kadınlara değil kendilerine, erkeklere ve çocuklara da şiddet uygularlar.
Kadına yönelik şiddet, ancak bir kadın şiddete maruz kaldıktan sonra, sonuç olarak, konu edilir. Erkek şiddeti ise potansiyel olarak var olan, kökleri erkek egemen toplumsal ilişkilerde yatan, mücadele edilmesi gereken ve süreklilik gösteren bir durumdur. İçinde yaşadığımız toplumsal sistemde erkeklikle şiddet birbirine bağlı olarak değerlendirilmektedir. Bu sistem, erkeklere duygularını gizlemeyi, erkekliklerini kanıtlamak için her ortamda ve fırsat yaratarak şiddet uygulamayı dayatır. Bu tavır, ev, sokak kavgalarından tut da dünya çapındaki savaşlara kadar aynıdır. Erkekler, cesur, güçlü olmak, macerayı sevmek, zayıf cinsi hizaya sokmak, aileyi ve toplumu yönetmekle mükelleftir.
Cinsel şiddet üzerine sürekli olarak erkekleri masum gösteren bir tartışma sürdürülüyor. Bunun nedeni tartışmanın odak noktasında şiddet mağduru/kurban kadının olmasıdır. Bu türden tartışmalar, şiddeti kader olarak göstermekte, erkek şiddetinin toplumsal boyutunu gizlemekte ve şiddet uygulayan erkekleri mahkum etmekten çok kurban kadınlara, şiddetin köküne inilmeden, yardımcı olmayı hedeflemektedir. Bu nedenle, 25 Kasımlarda kadınları değil erkekleri konuşmalıyız!
Çeviren: Semra Çelik