Written by 12:52 uncategorized

Karanfil kokusu dosta gider…

Orhan Demirel

İnsanlık tarihinde önemli bir yer tutan çiçekler, duyguların anlatılmasında en güzel sembol olmuştur. Nezaket ve inceliği de temsil ederek zorlukların, streslerin törpülenmesinde, gerilimleri azaltan bir araç olarak insanların günlük yaşamında her dönem yer almış ve almaya da devam etmektedir. Doğada nereye baksak çiçeklerle yaşamın renklendiğini güzelleştiğini görürüz. Sanki onlarsız bir yaşam mümkün değildir. Kimi zaman bir hasta ziyaretinde kimi zaman bir yürüyüşte… Kimi zaman eşe dosta kimi zaman sevgiliye kimi zaman da kim bilir daha önce hiç görmediğimiz sokakta rastladığımız birine uzatılan sıcak bir yürek, dünyalar dolusu sıcaklık bir dostça yaklaşımdır…  Buzu eritir karı deler insanı ısıtır, hüznü dağıtır sevinç yaratır, eğik başı dik tutar ileriye geleceğe baktırır. Her ne kadar renklerle anlamlandırılsalar da doğada, yaşama renk taşırlar. Renk renk dünyamızın güzelliğidirler onlar…

Ki onlar; pembe- şefkat, beyaz- saflık temizlik, mavi- yumuşak huylu, yeşil- ümit, altın sarısı- sevinç, mutluluk kırmızı aşk gibi anlamlandırılan renklerle de buluştuğunda örneğin; beyaz karanfil- temizlik saflık, kırmızı karanfil: sevgi, pembe karanfil içtenlik, sarı karanfil hüzün… gibi sembollerle yaşamda yerlerini alırlar. Bununla kalmaz; budasalar da dallarını bir kavganın güzelliğinde de açarlar…

1857 yılı 8 Mart’ında New York’ta 40 bin dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar. Polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verir. Katliamın ardında düzenlenen törene on bini aşkın işçi katılır.  İşçiler özellikle de kadın emekçiler dünyaya yaydıkları mücadelelerinde New York’lu emekçilerin mücadele ateşini anarak harlarlar.

1908 yılında Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da 15 bin kadın işçi ‘ekmek istiyoruz, gül de!’ sloganını atarak yürüyüşe geçer. Ekmek isteyen talepleri için sokağa çıkan kadınlar ‘gül de’ isterlerken yürüyüşlerinde beraberinde getirdikleri karanfil ve gülleri de uzatırlar geçtikleri yerlerdeki insanlara. Daha sonra Clara Zetkin, 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka Kopenhag kentinde düzenlenen 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçilerin anısına 8 Mart’ın  Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak anılması önerisini getirir ve öneri oybirliğiyle kabul edilir. Karanfil kokusu artık tüm dünyaya çoğalarak yayılmıştır… Yürüyüşlerde anmalarda olmazsa olmazlardandır kırmızı gül ve karanfiller…

Renklerle de anlamlandırılmışlardır demişken ilk kez 1905 yılında Almanya’da metal işçilerinin çalıştığı Simens tekelinde patronlar işçilerin birliğini parçalamak için sarı sendika kurarlar.  Diğer sendikalardan farklı olduklarını vurgulamak için de ilk günden tıpkı renklerde anlamını bulmuş gibi kuruluşun da ‘hüzünlü’ yani sarı karanfiller yakalarına takar ve dağıtırlar.

Dünyanın dört bir yanında olduğu gibi katliamları kınamak, gözaltında kayıpları anmak için Cumartesi annelerinin karanfillerle sokakları doldurdukları, yoğun saldırılara rağmen seçimlerin ardında parlamento yemin töreninde On’lardan geriye kalan 30 yıl sonra Kızıldere’de katledilenlerin şahsında tüm katledilen ya da kaybedilenleri anmak için yakasında taktığı On Karanfil’le meclis kürsüsüne çıktığı, barış analarının ellerinde karanfil canlarını kalkan ettikleri ve tüm bunların yanı sıra kadınların ekmek istiyoruz, gül de! talepleriyle seslerini duyurmaya çalıştığı, Büyük şair Ahmet Arif’in dizelerinde ifade ettiği gibi ‘tanyeri atanda Van’da’ meydana gelen depremle ‘tekmil ufuklar kışladı’ğında yaraları sarmak için Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi ile tüm Türkiye halklarının ayağa kalktığı dayanmışlar için BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın ‘ kardeşlik kokusu geliyor’ diyerek dillendirdiği bir yılın son aylarında ‘karanfil kokuyor’ dört bir yan. Çığ oldu, sel oldu dağıttı zehirlenen havayı, demiri eriten kuş kanı, anaların ağıtına karışarak doldurdu boş çerçeveleri, ısıttı…

 

Kırmızı karanfilin öyküsü

 

Çok soğuk bir kış gecesi yüreğinde hasreti yaşayan bedeni yalnız sevdasının sıcaklığı ile ısınan adamın biri düşünde sevdiğini görür. Sevdiği yarın bana bir kırmızı karanfil bulup getirirsen beni çok sevdiğine inanırım yoksa inanmıyorum der. Adam bu düşün etkisi ile gözlerini açar ancak sevinemez, ne yapacağını şaşırır. Çünkü her yer karla kaplıdır ve bu mevsimde değil kırmızısını karanfil bulmak zordur.

Derin düşüncelere dalıp kara kara düşünürken pencere camında bir tıkırtı duyar. Perdeyi aralar camın önünde bir minik kuş görür.
Kuş, üzülme sana bu kırmızı karanfili ben bulurum yarın sabah her gün uğradığın ağacın altına git aradığını orada bulacaksın der.
Adam buna inanamaz ancak beklemekten başka da çaresi yoktur. Sabah olur sabırsızca denilen yere gider gerçekten ağacın altında bir dal üzerinde bir beyaz bir de kırmızı karanfil ve hemen onun yanında da akşam düşünde gördüğü kuş ölü olarak boylu boyunca durur.
Merakla beyaz karanfile sorar neler oluyor neden öldü bu kuş der. Beyaz karanfil;
Biz burada iki beyaz karanfildik gece bu kuş geldi yüreği hançerlenmiş yaralıydı kanını sabaha kadar bu beyaz karanfilin üzerine akıttı bu yüzden de diğer karanfil sabaha kadar kırmızı oldu der.
İşte karanfiller böyle bir sevdadan almışlar renklerini. İşte bunun için sevenler kırmızı karanfil verirlermiş birbirlerine…

 

SINIRLARI AŞAR KOMŞUDA AÇAR
Türkiye’de ise, öncesini bir kenara bırakacak olursak kırmızı karanfillerin öyküsü; Namık Kemal’e, Magosa zindanına ve bir kırık aşk hikayesine dayanır. Günümüzde İzmir’in kıyı kasabası Mordoğan’da kulakta ya da göğüste taşınan bu karanfiller gerçek bir aşk hikayesinin hala yaşayan simgesi durumundadır.
Şöyle ki; 1873 yılının 1 Nisan günü Güllü Agop kumpanyası tarafından İstanbul’da Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahnelenen „Vatan Yahut Silistire“ piyesinde  salonu dolduran halk „Yaşasın vatan“ haykırışlarıyla heyecana gelir. Oyun bittiğinde Namık Kemal sahneye çağrılır, uzun uzun alkışlanır ve oradan sokağa dökülen coşkulu kalabalık padişaha karşı bir gösteriye girişir. Namık Kemal bu coşkulu gösterinin faturasını gazetesi İbret’in kapatılması ve tutuklanıp Magosa’ya sürülmesiyle öder.
Sürgüne gönderilen Namık Kemal’in yanında sır katibi Egeli Ali Çavuş da bulunmaktadır. Ali Çavuş yerleştikleri Magosa kalesinde Rum güzeli Elena’ya aşık olur. Ancak bu imkansız bir aşktır. Babası kızının bir Türk genciyle evlenmesine asla razı olmaz. Ayrılık vakti yaklaştığında Elena Ali Çavuş’tan bir tek dilekte bulunur. „Eğer beni seviyorsan başına her gün bir kırmızı karanfil tak, senin bütün çocukların da bu karanfili taksın ve aşkımız bu karanfilde yaşasın“. Ali Çavuş Magosa’da kalbini bırakıp elinde Elena’nın hediyesi beyaz ipek bir mendil ve sarığına iliştirilmiş kırmızı bir karanfille döner. Kulağının arkasına bir karanfil, bulamadığı zaman da bir zeytin dalı iliştiren Ali Çavuş bundan kimseye söz etmez ve sırrını altmış yıl boyunca içinde taşır. 1939 yılında artık oldukça yaşlanan Ali Çavuş çocuklarını, torunlarını toplar ve karanfilin öyküsünü anlatır. Çocuklarına ve torunlarına her gün bir karanfil takmalarını vasiyet eder ve dört yıl sonra da yaşamını yitirir. O günden bu yana Magosa’da umutsuz bir aşk hikayesinden doğan karanfil de dört kuşaktır İzmir’in sakin kıyı kasabası Mordoğan’da yaşar.

 

O kimi zaman bir yürek üstünde taşınsa ya da bir fotoğraf karesi yerine çerçeve içerisinde anlam bulsa da Mordoğan, Şirince ya da İzmir’in sınırlarına sığmaz sınırları da aşar. Öyle de olur, bundan 60 yıl önce yani 30 Mart 1952’de karşı yakada komşuda bir yiğit halk kahramanının Karanfilli Adam’ın elinde açar…

Bir sabun fabrikası sahibinin istemeyerekte olsa gözyaşlarıyla İzmir’i terk edip gittiği Yunanistan’da çocuklarından birinin yine bir Mart gününde ellerinde uzatılacağını kim önceden düşünebilirdi ki… Bu el Elli’ye aittir.

Elli, Türkiye’de 1970’li yıllarda en fazla okunan romanlardan biri olan „Benden Selam Söyle Anadolu’ya“ eserinin yazarı Dido Sotiriu’nun kız kardeşidir.
Bilindiği gibi aile Sotiriu Egeli bir ailenin çocuğu olarak 1909 yılında Şirince’de dünyaya gelir. Çocukluk yılları Aydın’da geçer. 1920’li yıllarda 13 yaşındayken İzmir’den Yunanistan’a amcasının yanına gönderilir. Ardından göç etmek zorunda bırakılan aile gider. (Sotiriu, daha sonra bu anılarını ‘Benden Selam Söyle Anadolu’ya’ adlı romanında anlatır.) Kardeşi Elli gibi o da Alman işgali sırasında, 1940-45 yılları arasında yeraltı basınında önemli görevler alır.
Gençliğinden itibaren faşizme karşı direnişte yer alan, kadın hakları için mücadele eden Sotiriu en gergin dönemlerde bile Türkiye’yle dostluk ve barış için sesini yükseltmekten korkmayan bir devrimcidir. Ömrü de da güzel bir yaşam için mücadeleyle geçer. İşte yiğitçe mücadeleleriyle haklı olarak uluslar arası alanda da tanınan Karanfilli Adam bu mücadele içerisinde doğar.

Storiu, Yunan demokrasisine kaşı iç savaş ve istihbarat teşkilatlarının entrikalarını ve 1952 yılında katledilen Komünist Nikos Beloyanis’i konu alan ‘Buyruk’ (Gebot) isimli romanını yazar. Karanfilli Adam’ın öyküsü kısaca şöyledir…

Karanfilli Adam: Nikos Beloyanis

Karanfilli Adam, 1915 yılında Amaliada’da doğan faşizme karşı direnişiyle destanlar yazan Yunan komünist Nikos Beloyanis’dir. O İkinci Dünya Savaşı’nda Alman işgali ile faşizme karşı direniş ve kurtuluş örgütlerinde çalışan, yiğitliği, yurtseverliği ile sevilen göğsünde kırmızı karanfili ile faşizmi kendi ininde mahkum eden kişidir.

Beloyanis, henüz çok genç yaşlarda 1930’lu yıllarda Metaksas rejimi tarafından tutuklanarak Akranauplia cezaevine konur. Tutukluluğu 1941 yılına kadar, yani Yunanistan’ın Hitler ordusu tarafından işgal edilmesine kadar devam eder. 1943 yılında cezaevinden firar etmeyi başarır ve Hitler’in faşist ordularına karşı mücadele eden ve liderliğini Aris Veluhiotis’in yaptığı Ulusal Halk Kurtuluş Ordusu ELAS isimli partizan hareketine katılır. Kendisi komünist Yunanistan Demokratik Ordusu’nun (DSE) liderlerindendir ve 1949 yılında Yunanistan iç savaşında alınan mağlubiyet sonrası ülkeyi terk etmek zorunda kalır.

İllegal Yunanistan Komünist Partisi’nin Atina Bölge örgütünü yeniden inşa etmek için Haziran 1950’de Yunanistan’a geri döner. 20 Aralık 1950 yılında tutuklanır ve yasak parti çalışmalarına katılmak ve Sovyetler Birliği için ajanlık yapma suçlarından askeri mahkeme karşısına çıkartılır. Aralarında eşi Elli’nin de bulunduğu toplam olarak 94 kişi hakkında aynı anda görülen mahkeme davası 19 Ekim 1951 yılında başlar. Duruşma yargıçları arasında daha sonra yaşanan Yunan Askeri Diktatörlüğünün (Cunta) lideri Georgios Papadolopus’da bulunmaktadır.

Duruşmada kendisi gibi yargılanan eşi başı dik bir savunma yapar ve yerine oturur. Ardında savunma için söz hakkı verilen Beloyanis askeri iddia makamının tüm iddialarını çürüterek adeta mahkeme heyetini yargılayarak cesurca mahkum eden ateşli konuşmasının ardında eşi Elli’nin uzattığı karanfili alır, koklar ve göğsüne takar. Faşizmin kendi mahkemelerinde yargılandığı o an fotoğraflanmıştır. Ve artık o tüm dünyada Karanfilli Adam olarak tanınır…

Henüz ilk duruşmasında ‘Yunan Komünist Partisi Merkez Komite Üyesi olduğumdan dolayı buraya getirilmiş bulunuyorum. Amaçları benim kişiliğimde barışçıl politikayı yargılamaktır’ diyerek iddiaları çürütür.
Duruşmalarda kendisine susması için önemli görevler teklif edildiğini de deşifre eden Karanfilli Adam ‘Fikirlerime ihanet ederek yaşamak mı yoksa ideallerime ve inançlarıma bağlı kalarak ölmek mi? Her zaman ikinciyi yeğledim’ diyerek konuşmasını sürdürür adeta yargılanan değil bizzat kendi inlerinde askeri yargıçları ve cuntayı mahkum eder.

 

Bu dönem dünya genelinde değişik ülkelerde Beloyanis ve yoldaşlarının serbest bırakılması için kampanyalar düzenlenir.

Ünlü ressam Pablo Picasso Beloyanis’i ‘Karanfilli Adam’ olarak bir eserinde çizer.

Nikos Beloyanis’in idamı öncesinde her şafak vakti kalbim Yunanistan’da kurşuna diziliyor diyen Nazım Hikmet de yaptığı radyo konuşmalarından birinde;  „Arkadaşlar, canım kardeşlerim; Yunan halkının istiklali, ekmeği, hürriyeti uğrunda hapislere düşenler, Cehennem Adaları’nda, temerküz kamplarında zincirlenenler, sevgilerimi, hayranlığımı kabul edin. Türkiye halkıyla Yunan halkının düşmanları aynıdır: İngiliz-Amerikan emperyalizmi ve onun yerli uşakları…

Türkiye ve Yunan halkaları el ele verip bütün dünya barışsever halklarının yardımıyla eninde sonunda bu düşmanları yenecekler. Buna inanıyorum. Sizin şanlı mücadeleniz, barışın, ekmeğin, ve hürriyetin muzaffer olacağını ispat eden en mükemmel delillerden biridir. Hepinizi Muhabbetle kucaklarım.” der.

Tüm uluslararası af dilekçelerine, girişimlere ve protestolara rağmen 37 yaşındaki Karanfilli Adam ve üç yoldaşı kurşuna dizilme cezasına çarptırılır ve 30 Mart 1952’de Goudi kentinde kurşuna dizilerek infaz edilir.

1952 Mayıs’ında Nazım Hikmet Beloyanis’e atfen ‘Karanfilli Adam’ şiirini yazar.

 

1952 yılında yapılan duruşmasında Nikos Beloyannis tarihe geçen şu savunmayı yapar:
Suçlu olarak buraya getirilen arkadaşlar suçlu sandalyesine oturtulmalarına şaşırmışlar. Ben buna şaşırmıyorum. Yunan Komünist Partisi Merkez Komite Üyesi olduğumdan dolayı buraya getirilmiş bulunuyorum. Amaçları benim kişiliğimde barışçıl politikayı yargılamaktır.
Bu nedenle söyleyeceklerim, savunma niteliğini taşımayacaktır. Bizleri buraya, Anayasaya aykırılıkla suçlanan yasanın şu sefil 509 Maddesine göre getirdiler. Hiç kuşku yok, tutuklanmamızın ve yargılanmamızın, yaratılan bunca kargaşanın altında bazı politik amaçlar yatıyor.
Bizler birer pişmanlık dilekçesi imzalamayı kabul etseydik, aklanacak, birden bire iyi Yunanlılar, uysal vatandaşlar oluverecektik. Bana önemli görevler de teklif edildi.
Ama amacım anlaşma yoluna gitmek ve gözüm yükseklerde olsaydı, bu amaca ulaşmak için emniyetin aracılığına gereksinimim olmazdı. Önemli bir yere çıkmak için tüm olanaklar vardı elimde çünkü. Ben, devrimcinin zor, tehlikeli, yokluklar içindeki hayatını yeğledim. Yaşamım, bağımsızlık ve özgürlük savaşımlarıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Tehlikelerle karşı karşıya bulunduğumda ki, bu sık sık oluyor izlemem gereken yolu hiç önceden düşünmedim. Fikirlerime ihanet ederek yaşamak mı yoksa ideallerime ve inançlarıma bağlı kalarak ölmek mi? Her zaman ikinciyi yeğledim. Ve bugün bu kararımdan dönebileceğimi sanmıyorum.
Polonya’da Beloyanis Anıtı

Beloyanis’in mücadele azmi ve kararlılığından dolayı özellikle sosyalistlerin ve halk demokrasisi ülkelerinin komünistleri ve sempatizanları arasında adı yeni doğan çocuklara verilmiş, Berlin Karlshorst’ta bulunan Ekonomi okulunun arazisine anıtı yapılmış ve diğerleri ile sürekli olarak belleklerde kazılı kalmış edebi figür olarak ölümsüzleştirilmiştir. 1949 yılı ile 1974 ( bu yılda askeri cunta son bulmuştur) yılları arasında sığınmacı Yunan komünistlerinin yoğunluklu olarak yaşadığı Beloiannisz isimli Macar köyünün adı da Beloyanis’ten esinlenerek verilir. Parti içi çalışmaları, tutuklanması, mahkeme süreci sosyalizmden yana ve Alman işgaline karşı yaptığı ateşli savunma söylevi ve idamı ‘Karanfilli adam’ isimli sinema filminde belgelenmiştir. Üzerine yazılan şiirler ve şarkılarda; dünyaca tanınan sanatçı Thedorakis’in ‘kırmızı karanfil’ şarkısında dillendirdiği gibi ‘kalabalık içinde bir kutlama sona ererken sol tarafında kalbinin üstünde bir karanfil taşırken görülür’ ‘umudu elinde tutar’  yani her yerde yaşar…
Beloyanis’in elindeki karanfil deste deste dünyanın dört bir yanında dostlarının elindedir artık. Zor koşullarda birlikte mücadele ettiği kader birliği yaptığı yoldaşı Zahariadis’in de elindeki karanfil, dost görünen maskeli düşmanlarının en sinsileri tarafında solmaya terk edilse de günümüzde yeniden daha da kızıllaşarak açar… Çünkü, o her mevsim yaprakları yeşil duran karanfil ağacı gibi gıdasını topraktan alır beslenir can bulur…

Solmaya bırakılsa da gücünü toprakta alır emin ellerde açar yeniden…

Nikos Zahariadis, Yunanistan komünist hareketi içinde olduğu kadar dünya komünist hareketi içinde de önemli tarihsel bir kişiliktir. 1935 yılından itibaren Yunanistan Komünist Partisi genel sekreterliği yapan Karanfilli Adam’ın yoldaşı Zahariadis bu kez 1956 yılında cuntanın değil ama sosyalist maskelilerin (revizyonistlerin) ihanetine maruz kalır. Dört yıl aradan sonra demir parmaklıklar ardına atılarak solmaya, unutulmaya terk edilir…

 

Komünist enternasyonal içinde görevlerde de bulunan ve KKE Genel Sekreteri Nikos Zahariadis 1903 yılında Edirne’de (Adrianopel) doğmuş. 1923 yılında Türkiye Komünist Partisi’ne üye olur. Gençlik yıllarında İstanbul’da limanda çalışır önce komünist enternasyonalin burada kurulan hücresinde faaliyet sürdürür sonra da sekreterlik görevini üslenir.
1924 yılında Moskova’da Komünist Doğu İşçileri Üniversitesi’ne gittikten sonra Yunanistan’a dönerek partinin gençlik örgütünde çalışır. 1931 yılında KKE sekreterliği 1935- 1956 yıllarında ise genel sekreterlik görevlerini üslenir. 1936-41 yıllarında Metaksas rejimi tarafından tutuklanarak zorunlu iş kampına mahkum edilir. 1941 yılında Hitler faşizminin Yunanistan işgali döneminde Gestapo tarafından Dachau Toplama Kampı’na götürülen Zahariadis 1945 Mayıs’ına kadar burada tutulur.

Zahariadis, Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 1956 yılında yapılan 20. kongresinde Kruşçevci revizyonist çizgiye karşı açıkça tutum alınca tutuklanır ve Sibirya’da, Surgut adlı bir kasabada hapsedilir. Kongreden bir ay sonra Krusçevci çizgiden yana tutum alan Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya, Polonya ve Macaristan komünist partileri Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin de katıldığı ve kardeş partiler toplantısı olarak adlandırılan bir toplantıda partiden ihraç edilir. Bu toplantıda ve sonrasında KKE’nin yaptığı merkez komitesi toplantılarında Zahariadis, kabul edilmez hatalar işleyen ve düşmanla işbirliği yapan biri olarak değerlendirilir.
Aynı yıllarda KKE içinde bulunan ve Zahariadis çizgisinden yana tutum almaya devam eden çok sayıda komünist tutuklanır ve farklı ülkelerde cezaevlerine atılırlar.

Sonuna kadar bağlı bulunduğu Marksist – Leninist çizgiden taviz vermeyen ve her fırsatta Kruşçevci revizyonizmle hesaplaşmak kararlılığından ve çabalarından vazgeçmeyen Zahariadis’in 1973 yılında önce kalp krizinden öldüğü açıklanır bir süre sonra da intihar ettiği söylenir. Karşı devrimin tüm dünyada sosyalizme karşı saldırıların ayyuka çıktığı yıllarda (1991 yılında) Zahariadis’in mezarı Yunanistan’a getirilir. Geriye itilse de ‘daha güçlü bir sosyalizm’ arayışı hiçbir zaman eksik olmaz ve sosyalizmin üzerine çöken sis bulutu aralanır, dağılmaya yüz tutar.

Yıllardan beri devam eden tartışmalar geçtiğimiz eylül ayında, KKE konferansında alınan bir kararla tüm hakları ve itibarı iade edilerek sonuçlanır. Ardından binlerce kişi, slogan ve ellerinde karanfillerle Atina mezarlığında boyun eğmeyen Yunan proletaryasının yiğit evladını anar.

Her türden iki yüzlü karalama, çarpıtma ve unutturma girişimine rağmen geriye dönüp o süreçteki gelişmelere kabaca olsa baktığımızda, bu yiğit komünistin tutuklanması Kruşçev revizyonizminin Marksist-Leninist çizgiye karşı giriştiği tasfiye hareketinin boyutlarını ortaya koyan önemli tarihsel bir olgu olarak gözümüze çarpar.

Belge Yayınları’nın 30. yılının kutlanması dolayısıyla kendisiyle yapılan bir röportajında  ‘Hümanist ekol, benim suç ortağımdır’ diyen Ragıp Zarakolu’da ilk deneyimini Kırmızı Karanfillilerle yapar. Ve kendisini askeri mahkemede bulur.

Bunu Mesele dergisinde yayınlanan mülakatında şöyle anlatır, ‘Edebiyat, kendimizi anlatabilmemiz için de en önemli araçlardan biri olduğundan, Anadolu’daki birçok kültürün mirasına yöneldik. Anadolu’daki bir kasabayı, kenti, bir coğrafyayı anlatacaksak başka bir yolla mümkün olmazdı bu. Yunan edebiyatından başladık. İlk deneyimi Dido Sotiru’yla 1982’de yapmıştık. O kitapta da kendimizi askeri mahkemede bulduk, çevirmeni Atilla Tokatlı Sıkıyönetim’de yargılandı. O zaman 159. maddeden açılıyordu davalar, suçlama Türklüğe, Türk ordusuna hakaret, zamanın 301’i. Yine beraat ettik.’….

Ve yıllar sonra soğuk bir kış günü yine başladı bir sancı; beşik gibi sallandığında Van. Korku imparatorluğu için sürek avıyla atıldığında içeri Zarakolu, Büşra ve diğerleri… Ahmet Arif’in; ‘Beşikler vermişim Nuh’a/Salıncaklar, hamaklar,/Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,! Anadoluyum ben, Tanıyor musun?’ dizeleri düşer akla.

Öyküler resimlerle, şiirler şarkılarla, sesler çığlıklarla buluşur Nazım’dan Ahmet Arif’e, Benelonis’ten Zahariadis’e, Piccaso’dan Thedorakis’e Zarakolu’dan Bürşa’ya sesler çağrılara karışır çoğalır aşar demir parmaklıkları ‘soğan gönderilse, karanfil kokar cigarası’

‘Otuzüç kurşun’la indirilir ‘Muğlalı’nın tabelası’. Kuş kanadında kan damladığında, buzu delen kardelenler de açar…

Ve ‘bin kez korkuya boğsalar zamanı’ ‘bin kez budasalar da körpe dallarımızı bin kez kırsalar da’ yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz  …’  diye şiirini sürdüren Adnan Yücel’in dile getirdiği gibi, ‘… Saraylar saltanatlar çöker kan susar birgün zulüm biter. Menekşelerde açılır üstümüzde leylaklarda güler…’

Yüreği vatan hasretiyle tutuşan ve ‘Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü, ölürsem kurtuluştan önce yani, alıp götürün…’ diyen Nazım Hikmet’in de kabri elbette ‘işçi tulumu ile hürriyetin kol gezdiği’ ‘Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün’ Vasiyet’i karanfillerle yerine getirilecek… ‘ve sürüyor bu kavga sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…’

 

KARANFİLLİ ADAM

Seher karanlığında,

projektörlerin ışığında,
kurşuna dizilen beyaz karanfilli adamın
fotoğrafı duruyor üstünde masamın.

Sağ eli
tutuyor karanfili
bir ışık parçası gibi Yunan denizinden.
Karanfilli adam
ağır kara kaşlarının altından
bakıyor cesur çocuk gözleriyle,
hilesiz bakıyor.

Türkler ancak böylesine hilesizdir
ve ancak komünistler
and içer böylesine hilesiz.

Dişleri bembeyaz:
gülüyor Beloyanis.
Ve elindeki karanfil,
bu yiğit,
bu rezil günlerde
Söylediği sözlerden biri gibi insanlara…

Mahkemede çekildi bu fotoğraf.
İdam kararından sonra.

 

 Nazım Hikmet 26 Mayıs 1952

 

Close