Written by 14:46 uncategorized

Referandum sonucu kimin eseri?

İsviçre’de “minareli cami yapılması yasağı” için yapılan referandumda yüzde 57,5 evet oyu çıkması ü…

minare

İsviçre’de “minareli cami yapılması yasağı” için yapılan referandumda yüzde 57,5 evet oyu çıkması üzerinden başlayan tartışmalar sürüyor. Ayrımcı-ırkçı politikaların açıktan savunucuları, referandumdan çıkan sonucu ‘sinsi İslamlaştırma çabalarına dur denmesi’ olarak değerlendirip alkışladılar.
Değişik Avrupa ülkelerindeki aşırı sağcı ve faşist akımlar, yeni kışkırtıcı-ırkçı kampanyalar başlatmada bu “fırsatı” değerlendirmek üzere hemen harekete geçtiler.
Fransa Cumhurbaşkanı Başkanı Nicolas Sarkozy gibilerse, “minare yasağının yerinde ve gerekli olduğunu” açıklayıp, bunların gerisinde kalmayacaklarını gösterdiler. Almanya’da Federal Parlamento İçişleri Komisyonu Başkanı Wolfgang Bosbach ve yine Birlik Partileri İçişleri Sözcüsü Hans-Peter Uhl, “halkın korkularının nedensiz olmadığı” türünden açıklamalarla, açıktan onay verilmese de, referandum sonuçlarına sempati ile bakıldığını ifade ettiler. Burjuva basın ve partilerin, yine değişik ulusal-uluslararası kurum temsilcilerinin önemli bir bölümü ise görünürde çıkan sonucu eleştiriyor. Bunun din ve vicdan özgürlüğü ile, İsviçre Anayasası ve yine AB sözleşmeleri ile bağdaşmadığını vb. açıklıyorlar.
Minare yasağıyla ilgili referandum sonuçları üzerinden yapılan tartışma ve değerlendirmelerde, yasağa karşı çıkan çevrelerin önemli bir bölümü, sorunla bağlantılı şu iki noktayı göz ardı ediyor:
Birincisi, böyle bir sonucun hangi zemine yaslandığı, nasıl bir atmosferin sonucu olarak ortaya çıktığı es geçilerek, sadece sonucun kendisi tartışılıyor.
İkincisi, referandumda ortaya çıkan sonuç, sadece veya esas olarak hükümet ortağı aşırı sağ SVP (İsviçre Halk Partisi)’nin eseriymiş gibi gösteriliyor. Aşırı sağ dışındaki parti, basın ve kurumlar ise, en fazla son ana kadar pasif kalmakla, referanduma zamanında müdahale etmemekle eleştiriliyorlar.
İsviçre’de sadece dört tane minareli cami bulunmasına karşın böyle bir sonucun çıkması, yine minare bir yana hiç göçmenin dahi yaşamadığı bazı bölgelerde “evet” oyunun en yüksek oranlara ulaşması “hayretle” karşılanabiliyor! Bu durum, geleneksel tutuculuk, “bilmediği-tanımadığı şeylere karşı ürkekliğin, korku duymanın insan doğasında olduğu” türünden nedenlerle açıklanmaya çalışılıyor.
Ancak, bu açıklamaların zerre kadar bir inandırıcılığı ve gerçekliği yok. Zira,
referandumda minare yasağına ‘evet’ diyen yüzde 57,5’lik oyun yaslandığı önyargılar, “İslam ülkeleri” kökenli göçmenlerin bir “tehdit” olarak algılanması oranındaki yükseklik sadece İsviçre’ye özgü olsaydı, ortaya çıkan sonucu yukarıdakine benzer nedenlerle açıklamak belki mümkün olabilirdi. Ancak böyle olmadığı, bir çok Avrupa ülkesi örneğinden de biliniyor!
Sorun, “minare sorunu” olmadığı gibi, referandum sonuçlarını, yıllardır oluşturulagelen atmosferden bağımsızlaştırıp, kendi başına bir olaymış gibi değerlendirmek de, gerçeklerin üstünü küllemeye çalışmaktır. Hayatında “Müslüman”, daha doğrusu böyle tanımlanan göçmenlerle fazlaca bir teması olmamış, bir sorun yaşamamış olan kesimler arasında dahi önyargıların, ‘korkuların’ oluşmuş olmasında ‘hayret’ edilecek ve anlaşılmayacak hiç bir yan yoktur.
Göçün başlangıcından itibaren “yabancılara” karşı izlenegelen ayrımcı-dışlayıcı politikaları bir yana bırakalım. Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte, ABD’den başlayarak bütün batılı kapitalist ülkelerce‚ “komünizm” yerine “yeni tehdit” olarak “İslam”ın’ ilan edilmesinden bu yana yaklaşık 15 yıl geçti. Özellikle 2001 yılından itibaren,  “terör-İslam” ekseninde, “batı uygarlığı”nın ve “dünya güvenliği”nin karşı karşıya olduğu “tehlike” üzerinden çok daha yoğun ve sistematik bir  demagojik kampanya yürütüldü. Göçmenlerin yaşadığı Avrupa ülkelerinde bu  ideolojik kampanyaya, bununla bütünleştirilmiş bir tarzda,  “uyuma direnme, kültürel yabancılaşma tehlikesi, zorla evlilikler, namus cinayetleri, kriminalite” vb. üzerinden bir propagandanın eşlik ettiğini de biliyoruz: “Batı uygarlığı değerleri, öncü kültür, sosyal sistem, güvenlik…“ sadece ‘dışarıdan’ değil, aynı zamanda ülke içinden de tehdit ediliyordu!
Bu temelde ön yargıları, güvensizliği, yapay korku ve kutuplaşmaları kışkırtan, bölünmeyi derinleştiren bir politikanın savunucuları ve izleyicileri, sadece aşırı-sağ ve faşist akımlar değildi. Açık veya üstü örtülü, bazen de kampanyalara dönüşecek, seçim kampanyalarının, dergi kapaklarının konusu olacak biçimde sürdürülen bu kışkırtıcı, yer yer ırkçılık düzeyine varan demagojik propaganda, basınından, partilere ve resmi kurumlara kadar burjuva yelpazenin geniş bir kesimi tarafından benimsendi. Aslında bu resmi politikanın iz düşümüydü.
Aşırı-sağcı ve faşist akımlar, bu politik zemin ve yaratılmış atmosfer üzerinden hareket etti. İzlenmekte-savunulmakta olanı sivrilterek, daha açık ırkçı-kışkırtıcı söylemlere büründürerek dillendirdi. Bir-iki adım önden yüründü!
SADECE İSVİÇRE’YE ÖZGÜ
DEĞİL

İsviçre’deki referandum sonuçları üzerine Bosbach “Bizde, Almanya’da da mevcut olan bir kaygı dile geliyor… Şayet aşırı sağ partilere yeni seçmenler kazandırmak istemiyorsak, parlamentoda bu konuda bir görüşme açmak  zorunludur.” diyor. Bir başka ifade ile, sözde ırkçı-faşist partilerin güçlenmesini engelleme adına, ‘ırkçı argümanlara biz sahip çıkalım’ deniyor!
Aynı şekilde, Birlik Partileri İçişleri Sözcüsü CSU’lu Uhl, “Kültürel yabancılaşma, Almanya’da da gerekçelendirilebilir bir korkudur” açıklamasında bulunuyor. Hükümetin yetkili ağızları böylesi açıklamalar yapınca, yani yol açılınca, ırkçı-faşist örgüt ve partilerin yeni kampanyalar açmasından daha doğal ne olabilir?
Minare yapımı yasağına ‘evet’ oylarındaki yüksekliğin, toplumdaki önyargıların, oluşmuş-oluşturulmuş korku ve endişelerin boyutunu gösterdiği açık. Bunun sadece İsviçre’ye özgü olmayıp, benzer bir tablonun değişik Avrupa ülkelerinde de mevcut olduğu ve ama bunun kendiliğinden oluşmadığı da bir gerçek. Ve esas sorgulanması gereken, sonucun kendisi değil, bu sonuca yol açan, göçmenlere karşı uygulanan ayrımcı-dışlayıcı ve yer yer ırkçı karakter taşıyan politikaların kendisidir!
“İSLAM DÜŞMANLIĞI” MI YAPILIYOR?
DİTİB’ten Milli Görüş’e, Zaman’a kadar din istismarı üzerinden politika yapanların yanı sıra, bazı liberal çevreler de, hem İsviçre’de ve hem de diğer ülkelerde yaşananları “İslam düşmanlığı” olarak niteliyorlar.
Neye bakılacak: Söylenenlere, propaganda edilenlere mi, yoksa hayatın gerçeklerine, somut hayatta yaşananlara mı? Terörle özdeşleştirilen “İslam’ın  ‘batı uygarlığı’ ve ‘dünya güvenliği’ açısından tehlike oluşturduğu” propagandası, Irak’ın, Afganistan’ın işgal edilmesinin gerçek nedenlerini açıklıyor mu? Dünya hakimiyeti açısından stratejik önem taşıdığı bilinen petrol ve gaz rezervlerini kontrol altında tutmak için değil de, “dinler savaşı” yürütmek için mi buralara, içinde Türkiye gibi “Müslüman ülke” birliklerinin de bulunduğu büyük askeri güçler yığılmış durumda? “İslam tehdidi” konseptinin mimarı ABD’nin bölgede, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi “İslam ülkeleri” ile oldukça yakın ilişkiler içerisinde olmasına karşın, İran’ı sürekli tehdit altında tutmasının nedeni “İslam düşmanlığı” olabilir mi?
Benzer soruları Almanya ve göçmenlerin yaşadığı diğer Avrupa ülkeleri açısından da yöneltebiliriz. Egemenlerin klasik ‘böl-yönet’ taktiğinin bir parçası olarak göçmenlere karşı izlenegelen ayrımcı-dışlayıcı politikaların, bir dönemden bu yana ağırlıklı olarak “yabancı karşıtlığı” yerine “Müslüman karşıtlığı” propagandası eşliğinde yürütülmesini, emperyalizmin bilinen “yeni tehdit” konseptinden bağımsız olarak düşünebilir miyiz?  Türkiye gibi belli ülke kökenli olan göçmenlerin, işçisi-işsizi, öğrencisi, inançlısı-inançsızı ile topluca “İslam kimliği” üzerinden tarif edilip, çerçevenin içine de “El Kaide’nin, Bin Ladin’in, Taliban’ın, zorla evliliklerin, paralel toplum oluşturmanın, namus cinayetlerinin” yerleştirilmesi, “İslam düşmanlığı”nın mı, yoksa yerli ve göçmen emekçileri bölme taktiğinin mi bir parçasıdır?
Burjuvazi açısından, “İslam karşıtlığı” üzerinden yürütülen demagojik propagandanın amacı, hem içe ve hem de dışa dönük olarak izlenen saldırı politikalarının örtülmesidir. Toplumda, İslam’la ilgili, yaşamı, güvenliği, kültürü… “tehdit” eden; hem korku ve tedirginlik ve hem de tepki duyulacak bir “düşman resmi” çizilip, böylece izlenen gerici, saldırgan politikalara, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına, silahlanmaya, militarizme ve askeri seferlere bir “meşruiyet” kazandırılmasıyla, ‘böl-yönet’ taktiğinin daha etkili kılınması hedefleniyor.
Din istismarcısı kesimlerse, hedeflenin “İslam” ya da “Müslümanlar” olduğu propagandası üzerinden, Türkiye kökenli göçmen kitle içerisinde referandum sonuçlarının yol açtığı duyguları, yine ranta dönüştürmenin hesaplarıyla hareket ediyorlar.

KENDİMİZE DE BAKMALIYIZ
En başta, hedeflenenin önyargıları derinleştirmek, yerli ve göçmen emekçileri bir kutuplaşmaya sürüklemek olduğunu bilmeliyiz. Ayrımcı-ırkçı politikalar sadece göçmenleri değil, yerlisi ve göçmeniyle bütün emekçileri hedefliyor. Göçmenlerin iç politikanın giderek daha fazla malzemesi yapılmasının, ayrımcı-ırkçı faaliyetlerin boy atmasının, işsizlik ve yoksulluk başta olmak üzere ekonomik ve sosyal sorunlardaki büyümeden bağımsız olmadığı açıktır. Önümüzdeki dönemde, her ülkedeki koşullara ve ihtiyaçlara göre şekillenecek olsa da, İsviçre örneğine benzer kampanyaların yoğunlaşacağı beklenmelidir.
Biz şu uyarıyı tekrarlamakta yarar görüyoruz: Yerli emekçiler ve halkla araya duvarlar örülmesine seyirci kalmak, içe kapanmak, tam da ayrımcı-ırkçı politika sahiplerinin istediği şeydir. Sadece yakınmak ve eleştirmekle bir şey düzelmez. Evet, ayrımcı-ırkçı politikaları sorgulamalıyız. Ama, dönüp kendimize de bakmayı, kendimizi de sorgulamayı bilmeliyiz. Atalarımızın dediği gibi, “iğneyi karşıdakine, çuvaldızı da kendimize batırmalıyız”! Önyargılar tek taraflı olmadığı gibi, yerli halkla ilişkiler ve kaynaşmadaki zayıflığı da tek başına kendi dışımızdaki nedenlerle açıklamak mümkün değildir!
İsviçre’de “minare yapılması yasağı”na ‘evet’ oyu kullananların hepsini, bu kampanyayı örgütleyen ırkçı parti ile aynı kefeye koymanın saçma olacağı açık. Bu bir yana, referandum sonucunu protesto etmek için çok sayıda şehirde sokaklara dökülen binler sessiz kalınmadığını, alternatifsiz olunmadığını gösterdi. Biz buraya bakmalıyız!
Nihat Demir

Close