Written by 09:44 Allgemein

Sosyalizme karşı girişilen sıradışı emperyalist savaşın 70. yılında: Barbarossa Planı

Von Dietrich Eichholtz

22 Haziran 1941 günü, tan ağarırken Alman emperyalizminin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne (SSCB) saldırarak insanlık tarihinin en büyük askeri operasyonunu başlatmasının üzerinden 70 yıl geçti. Yaklaşık dört yıl süren bu savaşta, daha öncekilerde görülmemiş sayıda insan yaşamını yitirdi. Bunu, bir daha çıkmamak üzere hafızalara kazımamız gerekiyor. Alman faşizminin dağıtılmasından bu yana dünya değişmiş olsa da, daha korkunç silahlarla daha büyük hunharlıkların yaşanma tehlikesi hala yeryüzünden silinmiş değil.
3 milyondan fazla askerle 4 bini aşkın tank, kan ve gözyaşı getirecek bir savaşa hazır olmayan bir ülkeye üç kol üzerinden saldırdı. 2 bin 500 Alman savaş uçağı, sadece birkaç saat içinde Sovyet uçaklarını, daha havalanmalarına fırsat vermeden yerde imha etti. Ardından gelen beş ay, Sovyet halkı için büyük bir felaket oldu. Alman Ordusu Wehrmacht, Leningrad önlerine, Moskova’nın burnunun dibine, Don Nehri’nin denize döküldüğü yerlere kadar ilerledi. Ama daha öteye gidemedi. Aralık 1941’den Mart 1942’ye kadar süren Sovyet karşı saldırısı, faşist düşmana sonraki yıllarda uğrayacağı yenilginin ipuşlarını verecekti. Ancak ilk aylarda uğradığı devasa boyutlardaki kayıplar, ülkeyi derinden vurdu.
SOYKIRIM
Doğu cephesindeki savaş, sıradan bir emperyalist savaş değildi. “Ordusunu dağıtın, ülkeyi yerle bir edin!”: Hitler, açıkladığı bu hedefle dönemin tek sosyalist ve dünyanın en büyük ülkesi olan Sovyetler Birliği’ni işaret etmişti. Almanya’nın 30 katı büyüklüğünde, 200 milyon nüfusa ve dünyanın en büyük askeri gücüne sahip bir ülke. Faşist çete ve onun askeri yönetimi, sömürgecilik ve öncesi döneme ait barbarlıkların çok ötesine geçen, 1. Dünya Savaşı döneminde yaşanmamış ve akla hayale sığmayacak bir imha planlamıştı. Zaten öncesinde işgal altındaki Polonya’da gerçekleştirdiği insanlık düşmanı planları da, yaklaşmakta olan yeni hunharlıkların habercisi gibiydi.
22 Haziran 1941’den itibaren de bunun ilk ipuçları ortaya çıktı. 1942-43 yıllarında faşist devletin değişik kurumları ve IG Farben, Siemens, AEG ve Zeiss gibi tekellerin işbirliğiyle bu plan yürürlüğe kondu.
Bu saldırganlığa temel yapılan ise, en acımasız ve kapsamlı bir tarzda ortaya konulan ırkçılık oldu. Bu ırkçılık, milyonlarca insanın açlığa mahkum edilerek veya yurtlarından sürülerek öldürülmesine, sonraki dönemlerde de tutsak alınanların işçi olarak kanlarının son damlasına kadar sömürülmesine “gerekçe” yapıldı.
Bu tüyler ürpertici siyasetin temel alanlarında Yahudi halkın tarih sahnesinden silinmesi, Sovyet devleti ve Komünist Partisi’nin tüm önder kadrolarıyla aydınların katledilmesi, başta Stalingrad olmak üzere, büyük kentlerdeki erkek nüfusun ortadan kaldırılması, temel besin kaynaklarının kurutulması, yüzbinlerce Sovyet savaş esirinin öldürülmesi, iki milyonu aşkın Sovyet insanının köle işçi olarak Alman savaş sanayisinin hizmetine sunulması ve ‚Doğu Genel Planı‘ vardı.
Sonraki yıllarda ‚Toplam Plan‘ ve ardından ‚Genel Yerleşim Planı‘ adını alan bu plan, fethedilmiş Sovyet bölgelerinin ileriki dönemde Almanya sınırlarına dahil edilmesini öngörüyordu. Himmler, 22 Haziran 1941 tarihinden çok önce bu plan üzerinde çalışmaya başlamıştı. SSCB’nin Avrupa kıtasındaki topraklarına Alman nüfus yerleştirilecek, bu bölgelerde yaşayan 30 milyonluk yerli halk Sibirya’ya sürülecekti. Himmler’in hayallerini süsleyen, 500 yıllık bir sürede yaklaşık 600 milyon Cermenin Ural Dağları’na kadar olan bölgeye yerleşmesiydi.
NAZİ PLANLARI HÜSRANLA BİTTİ
Bu savaş üç yıl boyunca Alman Ordusu ve onun destekçileri karşısında yalnız bırakılmış Sovyet halkları tarafından verildi. Ve bu savaş, Alman Ordusu’nun 1945 Mayısı’nda, Berlin’de teslimiyet bayrağını çekmesinin zeminini hazırladı. Wehrmacht, Avrupa’nın yarısına yakın bölümünde 22 Haziran 1941’e kadar girdiği savaşlardan hep galip çıkmıştı. Yıldırım Savaşı olarak nitelendirilebilecek bu saldırıların bir devamı olarak görülen Doğu seferinin de en fazla birkaç ayda sonuçlanacağı düşünülüyordu. Saldırıdan altı hafta sonra, sanki bu hedeflerine ulaşabileceklermiş gibi bir tablo çıktı ortaya. Ama Ağustos ayı geldiğinde evdeki hesabın çarşıya uymayacağı belli olmaya başladı ve dünyaya egemen olma hayallerinin Sovyet direnişi karşısında suya düşeceğini görmeye başladılar.
Tarihte daha önce hiçbir ülke ve ordu yönetiminin, Hitler ve generalleri gibi bir hesap hatasına düşmediği görüldü. Ancak bunu sadece bir hesap hatası olarak görmek ve Führer’in megalomanisine bağlamak, tarihi anlamamak demektir. Saldırının temelinde bir yanda emperyalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte sürdürülen savaşlardan çıkarılan sonuçlar ve tarih sahnesine yeni çıkmış Bolşevik iktidara duyulan nefret vardı. Alman Genelkurmayı ve Wehrmacht Generali Franz Halder, Nisan 1939’da Prag’ın ilhak edilmesinin ardından, Polonya’yı iki haftada silindir gibi ezeceklerini, ardından ordunun kazandığı özgüvenle bir yanda Bolşevizmin işini bitirmek üzeren Sovyetler’e girerken, Batıda da savaşabileceği tahminleri yürütüyordu. 1940 Haziran’ında Fransa karşısında ulaşılan zaferin ve İngiliz birliklerinin geri püskürtülmesinin ardından Halder, Sovyetler’e karşı savaşı planlamaya koyuldu. Planlara onay veren Hitler’e göre, Mayıs 1941’de sefer başlayacak ve beş ay içinde sonuçlandırılacaktı.
Sefer bittiğinde Sovyetler dağılma noktasına gelmiş olacaktı. Buna bağlı olarak Alman İmparatorluğu’nun doğu sınırı Hazar Denizi’ni ve Kafkaslardaki petrol yataklarını da kapsayan genişlikte olacaktı. Buradan da Ortadoğu’ya, Irak’a, İran’a ve Basra Körfezi’ne doğru yeni seferler başlayacaktı.
Gerçi düşmanın askeri ve ekonomik gücü konusunda bir bilinmezlik vardı. Sovyetler’in ekonomik geri kalmışlığı ve Kızılordu’nun yetersizlikleri konusundaki bilgiler, sadece kendi kaynaklarına dayanıyordu. Sovyet halkları değersiz bir ırk olarak görülüyordu. Çeyrek asır sonra sosyalist anavatana gönülden bağlanmış olabileceklerine ihtimal verilmiyordu.
EKONOMİ VE SİLAHLANMA
Kimi yazarlar, SSCB seferinin yeterince hazırlık yapılmadan ve sorumsuzca başlatıldığı görüşünü savunuyorlar. Yani adeta, “keşke biraz daha iyi hazırlanmış olsalardı” demeye getiriyorlar. Diyorlar ki; “Avrupa kıtasının yarısı, tüm zenginlikleriyle onların hizmetindeydi.” Belki barış dönemlerindeki rakamlarla bir hesap yapılırsa haklı olabilirler. Ama savaş yıllarında ele geçirilen bu bölgelerin 1940 baharında ekonomik açıdan iflasın eşiğinde olduğu göz ardı ediliyor.
Ama Alman emperyalizmi bu ülkelere ekonomik olarak koltuk çıkma niyetinde değildi. Zaten kendisi de hammadde sıkıntısıyla boğuşuyordu. SSCB’den elde edeceklerinin hayalini kuruyordu. Daha önce iki ülke arasında imzalanmış olan Saldırmazlık Anlaşması’nın kendilerini ekonomik açıdan bağımlı hale getireceğinden korkuyorlardı.
Kimi zaman karşımıza Almanya’nın 1940-41 yıllarında savaş ekonomisini barış dönemlerindeki gibi örgütlediği tezi çıkarılır. Bu da kocaman bir masaldır. Ülkenin kendi halkının ihtiyaçlarını gözettiğini ve ekonomisini ona göre düzenlediğini ileri sürenler, çalışabilecek yaşta erkek nüfusunun neredeyse hiç kalmadığını, örneğin 1941 yazında 20-30 yaş grubundaki erkeklerin yüzde 85’inin askere alındığını görmezden geliyorlar. İyice büyüyen işgücü açığını kapatmak için yüzbinlerce savaş esiri köle işçi olarak çalıştırılıyordu.
Bürokrasi aygıtının yönetim yetersizliklerine rağmen savaş sanayisi tüm kapasiteyle çalışıyor, dört bir yana dağılmış askeri birliklerin donanım ihtiyaçlarını karşılamak için üretim durmadan sürüyordu. MAN, Daimler-Benz gibi tekeller, Tank Üreticileri Karteli’ne katılmıştı. Uçak sanayisi için büyük yatırımlar yapılmıştı ve bu harcamaların SSCB’nin fethinden sonra fazlasıyla yeniden kasalara akacağına inanılıyordu. Elde edilecek yeni gelirlerle güçlenmiş bir ülkenin İngiltere’yi yola getirerek dünyanın yeniden paylaşımına ikna edeceği, ABD’nin de savaştan vazgeçirileceği düşüncesi hakimdi.
SAVAŞ YÖNETİMİ VE İDEOLOJİ
Tarihçilerin önemli bir kısmı, Hitler’in 2. Dünya Savaşı’ndaki rolünü yanlış değerlendiriyor. Elbette savaşın ilk yıllarında kazandığı zaferlerle ve bu sayede halk yığınları üzerinde yarattığı etkisiyle Hitler önemli bir rol oynadı. Ama onun dünya görüşü yeni ortaya çıkmamıştı. Tersine, onyıllardır bilinen ırkçı öğretilerle, hunharca bir şovenizmin ve nefret dolu antibolşevizmin karışımı olan canice bir görüştü.
Hitler ve yakın çevresinde iyice belirgin bir şekilde ortaya çıkmış olan bu görüş, halk yığınlarının geniş bir bölümüne de hakim hale getirilmişti. Özellikle askeri kast, bu görüşe yakın bir kesimi oluşturuyordu. Bu nedenle SSCB’nin ‚kader tarafından karşılarına çıkarılmış bir düşman olduğu’na inanmaları şaşırtıcı değildi. Ve bu kast, sıradan askerleri de faşist caniliklere ortak etmeyi başarabildi. Bugün hala savunulan “Wehrmacht birlikleri savaş suçlarına bulaşmadı ve temiz kaldı” görüşünün ardında bu gerçek yatıyor.

Türkçe’ye çeviren Mehmet Çallı

Close