Written by 12:24 POLITIKA

Terör ve hukukun üstünlüğü

Heribert Prantl/Süddeutsche Zeitung

ARD televizyon kanalında “Terör-Sizin kararınız” başlıklı bir program yayınlandı. Birbuçuk saatlik film gösterildi, sonra da konu ‚Hart aber Fair‘ adlı tartışma programında ele alınarak seyircilerin filmde zanlı sandalyesinde oturan kişinin suçlu olup olmadığı hakkında karar vermesi istendi.

Ferdinand von Schirachs’ın tiyatro oyunundan uyarlanan televizyon filmi konuyu rahatsız edici derecede güzel anlatmaktaydı. İzleyicilerin, duygu yoğunluğu içinde, yerlerinden kımıldamadan seyredeceği şekilde… Yargılanan kişiye yönelik sorular yüreği dağlayıcı, beyni dumura uğratıcı ve vicdanı harekete geçirici şekildeydi. Teröristler tarafından kaçırılan bir yolcu uçağını düşürmek doğru muydu, yanlış mı? Uçağı düşüren savaş uçağının pilotu suçlu muydu, kahraman mı? Cezalandırılmalı mıydı? Öyleyse cezası ne olmalıydı? Anayasayı Koruma Mahkemesi nasıl karar verecekti: savaş uçağının pilotu emre uyarak mı vicdanının sesini dinleyerek mi karar vermişti?

Birbuçuk saat boyunca trajik kararın nedenleri ve arka planı dramatik şekilde sergilendi. Sonra savcının iddianamesi, avukatın savunması dinlendi. ARD’deki televizyon filminde seyirciler bilerek ve isteyerek istismar edildi, interaktiflik adına bir kez daha istismar edilerek hüküm vermeye yöneltildiler.

Belki filmi yapanlar bile düşünmemişlerdi ama seyirciler filmi oldukça ciddiye aldılar ve kısa sürede kararlarını verdiler: Gerçeklikle sanallık içiçe geçti ve savaş uçağı pilotu (yolcu uçağının düşürülüp mürettebat, yolcular ve teröristlerin öldürülmesinin tetikçisi) suçsuz bulundu.

Beyin işlevsiz hale getirildi

Filmin ardından Almanya, Avusturya ve İsviçre’deki izleyicilere ‘hadi bakalım karar verin!’ denerek olay gerçek bir halk oylamasına dönüştürüldü. Hart aber Fair programının yapımcısı Frank Plasberg, İsviçreli meslektaşına; “Seyircilere karar verebilir mi?” sorusunu sordu ama cevabını da, İsviçre’de zırt pırt referandum yapıldığına dikkat çekerek, bir nevi “neden yapmayalım ki?” şeklinde verdi.

Ve programda zanlının suçlu olup olmadığına karar verebilmeleri için seyircilere her türlü bilginin verildiği iddiasıyla oylama düğmesine basıldı.

Schirach ve ARD, seyircilere sadece iki alternatif sunmaktaydılar: Savaş uçağının pilotu ya suçlu bulunacak müebbet hapse mahkum edilecek ya da suçsuz bulunacak ve özgür olacaktı… Bilinçli olarak gerilim yaratıldı, seyircilerin aklı başından alındı ve gerçek yaşamda hiç de öyle olmayan seçeneklerden birini seçmeye zorlandılar. Gerçek yaşamda öyle değildi, çünkü bir kişi suçlu bulunabilir ama çok hafif bir cezayla ya da hiç ceza almadan yoluna devam edebilirdi.

Bu yolla suç, suç olarak nitelenebilir ama suçlunun karşı karşıya olduğu trajik durum dikkate alınır.

Schirach ve ARD, izleyicileri yönlendirerek en önemli hukuk prensibi olan insanlık onurunun çiğnenmesini sağladılar. Onlar, terörle ancak hukukun temel prensipleri çiğnenerek mücadele edilebileceğini, daha sonra bunun hukuki olarak legal ilan edilebileceği ön yargısını pekiştirdiler.

Seyirciler kullanıldı

Bu, hukuki bir eğitim değil hukukun istismar edilmesi biçiminde bir yönlendirmedir. Terörle ancak hukuku çiğneyerek mücadele edileceği hukukunun dayatılması anlamına gelmektedir.

Schirach ve ARD’nin bu yöntemiyle bir başka sefere herhangi bir işkenceci de suçsuz ilan edilebilir.

Seyircilerin yüzde 86,9’unun suçsuz, yüzde 13,1’inin suçlu diye karar verdiği kurgusal olay şöyleydi: 32 yaşındaki, evli, bir çocuk babası albay Lars Koch, emir almadan, kendi kafasıyla teröristlerin ele geçirdiği bir yolcu uçağına ateş açarak düşürür. 164 kişi ölür. İfadesine göre bunu yapma nedeni, Allianz Arena’daki 70 bin kişinin öldürülmesini engellemektir.

Gerçekte olmayan ama üzerine çok tartışma yürütülen bu konuyu yazar Ferdinand von Schirach başarılı bir tiyatro oyununa çevirdi. Mahkemede 70 bin kişiyi kurtarmak için 164 kişinin öldürülmesinin suç olup olmadığı görüşülüyor. Oyunda pilotun öldürme suçundan müebbet hapse çarptırılıp çarptırılamayacağı sorusu ortaya atılmıyor.

Kurgu, eğer düşürülmese bu uçağın 70 bin kişinin üstüne düşüreceği ve onların ölümüne yol açacağı üzerine kurulmuş ama yolcular ve mürettebatın teröristleri etkisiz hale getirmesi ya da stadyumun boşaltılması düşünülmemiş.

Seyirciye sunulan ya 164 ya da 70 bin kişi ölecek olunca terörle mücadele etmek için 164 kişinin kurban edilmesine evet, bunu yapan pilota da kahraman demekten başka yol kalmıyor.

Adillikten uzak

Mahkemedeki ifadelerden ahlaki temel sorunlardan oluşan bir ders ortaya çıktı: Daha büyük bir felaketi önlemek için bir uçak düşürülebilir mi? Birilerini öldürerek başkalarının yaşamı kurtarılabilir mi? Başkalarını öldürerek yaşam kurtarmak istenmeden tercih edilen bir durum mudur? Yaşamlar arasında tercih edilebilir, yaşam terazide tartılarak değerli-değersiz ilan edilebilir mi? Uçak yolcuları daha fazla insanın kurtarılması için kendi yaşamlarını kaybetme dayanışmasında bulunmak zorunda mıdırlar? Mürettebat savaştaki askerler gibi kendilerini feda etmekle mükellef midirler? Savaş uçağı pilotu Anayasa Mahkemesi’nin kararına rağmen vicdanının sesini dinleyip ölümler arasında tercih etmek durumunda mıdır?

İşte bu sorular tema akşamında enine boyuna tartışıldı ancak bu tema akşamı ‚sert ama adil‘ değil, ‚sert ama adillikten uzak’tı.

Adillikten uzaktı, çünkü seyircilere hukuki durum çok ilkel bir şekilde açıklanmaktaydı. Film, seyircileri juri üyesi yaparak, herşeyi bir yana bırakarak, hukuku çiğneyerek karar verme hakkına sahip oldukları duygusunu verdi. Adil değildi; çünkü onlara ya suçlu ya suçsuz alternatifinden başka bir alternatif olmadığı duygusunu verdi, bu ikisinin arasından birini tercih etmeyi dayattı. Suçluya suçlusun deyip onu az bir cezaya mahkum etme hakkından seyircileri mahrum bıraktı. Seyircilere terörle mücadelede her yolun mübah olduğu, hukukun çiğnenebileceğini empoze etti.

Hüküm mahkemelerin işidir

Film sonrası yapılan tartışma programında doğruları savunan eski içişleri bakanı Gerhard Baum, kendini yalnız hissettiğinden, moderator Plasberg’in onu dinlemeye, anlamaya niyeti olmadığından doğru cümleleri bulamadı, kırgın, küskün konuştu. Savaş uçağı pilotunun modern zamanlarda Anayasa’nın yetersiz kaldığı, çiğnenebileceği iddialarını çürütemedi. Anlaşılamadığı duygusuyla sinirlendi, içine kapandı.

Hukukun savunulmasını teolog Petra Bahr üstlendi. Suçlu ya da suçsuz alternatifinin yanlış olduğunu, zor durumlarda yaptığının suç olduğunu ve sonunda suçlu ilan edileceğini bilerek bazı insanların sorumluluk alabileceklerini söyledi.

Eğer programda terör bahanesiyle hava güvenlik yasasının çiğnenemeyeceği kararını veren Anayasa Mahkemesi hakimlerinden biri olsaydı durum değişebilirdi.

Kaçırılan 11 yaşındaki Jakob von Metzler’i kurtarmak için kaçırdığı iddia edilen kişiye işkence tehdidinde bulunan polis Wolfgang Daschner programa davet edilseydi durum değişebilirdi. Daschner işkence tehdidiyle mahkemeye verilmiş, suçlu bulunmuş ama küçük bir ceza ile kurtulmuştu.

Avrupa Adalet Divanı, devletin daha büyük kötülükleri engellemek için adaletten vazgeçemeyeceği kararını vermişti. Rehin alınan kişinin yerini öğrenmek için zanlıya kolunu kırarak veya elektrik vererek işkence yapılamayacağına karar vermişti. Devlet tehdit edemezdi, hiçbir şey işkenceyi haklı kılamazdı.

Neyse ki böyle mahkemeler var, iyi ki ‚halk mahkemeleri‘ yok. İyi ki yasaların, Anayasa’nın suistimal edilmesi için, terörle mücadelede her şeyin mübah olduğunu dayatmak için yapılan programlarda “hayır bana bu konuda hüküm verdiremeyeceksiniz, bu iş hukukun işi” diyen teolog Petra Bahr’lar var…

Çeviren: Semra Çelik

Close