Written by 13:10 ANALİZ / ANALYSEN

Toplumsal öfke nereye kanalize olacak?

Ekonomik ve sosyal alanda izlenen politikaların yarattığı tahribat, her ülkede özgünlükler taşısa da sokağa yansıyan tepkilere dönüşmeye başladı. İnsanca yaşama ve çalışma hakkı konusundaki öfke ve taleplerin sokağa taşma eğilimi her renkten siyasi akımı, gelişen bu hareketi dikkate almaya ve ona müdahale etmeye yöneltiyor…

KEMAL DEMİRCİ

Geçtiğimiz yıllarda birçok büyük işçi ve gençlik eylemleri-direnişlerine sahne olmuş Fransa, bu kez de haftalara yayılan büyük bir toplumsal öfke patlamasıyla gündeme oturdu. Akaryakıta getirilen ek vergi zammına karşı ‘sarı yelekliler’in 17 Kasım’da başlattıkları eylemler, emekçilerin ve Fransız halkının farklı kesimlerinin birikmiş hoşnutsuzluk ve öfkesinin sokağa taşmasında adeta ateşleyici bir işlev gördü. Eylemler, işçilerden liselilere farklı toplumsal kesimlerin de katılmasıyla, kısa sürede bütün Fransa’ya yayıldı. Başlangıçta, ‘kesinlikle taviz verilmeyeceği, geri adım atılmayacağı’ tutumu içinde olan tekellerin “gözü kara temsilcisi“ cumhurbaşkanı Macron ve hükümeti, “özür dileyip” kısmi tavizler vermiş olsa da, henüz sular dinmiş gözükmüyor.

Bu halk hareketinin önümüzdeki dönemde neye-nereye-nasıl evrileceğini; bunun yakın dönem ekonomik-sosyal ve politik sonuçlarının neler olacağını hep birlikte göreceğiz.

Ancak, bugünkü mevcut veriler üzerinden bile bugünden şunları rahatlıkla söyleyebiliriz: İşbaşına geldiğinden bu yana, emeklilik, işsizlik sigortası gibi birçok alanda işçi ve emekçilere yönelik en pervasız saldırıların altına imza atmış olan “zenginlerin cumhurbaşkanı” Macron ve hükümetinin, ilk kez tükürdüğünü yalayarak geri adım atmak ve kısmi de olsa tavizler vermek durumunda kalmış olması, halk hareketi açısından başlı başına bir kazanımdır.

Mücadele içerisinde ve sürecinde, mücadeleye girenlerin de bir değişim geçirdikleri bilinir. Taleplerin ve mücadelenin, bugüne kadar mücadele içerisinde olmayan geniş emekçi halk kesimlerine doğru yaygınlaşmış, işçilerle diğer halk kesimlerinin hem talepler nezdinde hem de bizatihi mücadele içerisinde yakınlaşmış olmasının gelecekteki mücadeleler açısından büyük bir önem taşıdığı açıktır.

SORUNLAR VE TALEPLER FRANSA’YLA SINIRLI DEĞİL

Öfke patlaması Fransa’da ortaya çıktı, ancak bunun sadece ‘Fransa’nın bir sorunu’ olmadığı ve egemen çevrelerce de böyle algılanmadığı ortadadır. Finans sermayesinin rafine sözcülerinden Handelsblatt gazetesi yazarı Thomas Hanke, “Hiç kimse kendini güvende hissetmesin, Macron’un sorunları hızlı bir şekilde diğer ülkelerin sorunları haline gelebilir… Ölmeyecek kadar çok, insanca yaşayamayacak kadar az para kazananlar, toplumun dışına itilenler, AB’nin başka ülkelerinde de ayaklanabilirler.” diye yazarken doğru bir noktaya işaret etmiştir.

Dünya ölçeğinde, onyıllardır ekonomik-sosyal, çevre gibi yaşamın bütün alanlarında izlenegelen neoliberal saldırı politikaları, sadece bağımlı ülkelerde değil, ileri kapitalist ülkelerde de sosyal sınıflar arasındaki uçurumu alabildiğine derinleştirdi. Başta işçi ve emekçiler olmak üzere, orta ve küçük burjuva katmanlar da dahil toplumun geniş kesimleri bu saldırı politikalarından nasibini aldı.

Bu ekonomi politikalar, çalışma ve yaşam koşullarındaki kötüleşmeye paralel olarak, geniş işçi ve emekçi halk kesimleri içerisinde hoşnutsuzluk, tepki ve öfkeyi de biriktirdi.

İleri kapitalist-emperyalist ülkelere bakıldığında, kendi içindeki farklılıklara karşın, istisnasız hepsindeki ortak tablo şudur: Bir yanda, tekellerin ve bir avuç zenginin sınır tanımayan karları ve servetleri; diğer yanda, aşırı sömürü ve ağır çalışma koşulları, düşük ücretli ve güvencesiz işler, işsizlik, yoksulluk, konut, sağlık ve eğitim alanında yaşanan ciddi sorunlar, çevre kirliliği, demokratik hak ve özgürlüklerin sistematik olarak sınırlanması…

Evet; ne sorunlar ve talepler ve ne de işçi ve emekçi yığınların saflarındaki hoşnutsuzluk ve tepkiler, sadece Fransa’ya özgü değil. Örneğin Belçika’da, yeni sağ-liberal hükümetin gündeme getirdiği oldukça kapsamlı saldırıları içeren ‘reform paketi’ne karşı, son bir aya yayılan eylemlerin ardından, üç sendikanın ortak çağrısıyla ulaşım dahil toplumsal hayatın birçok alanının kilitlendiği yirmi dört saatlik genel greve çıkıldı. Flaman İşverenler Örgütü (VOKA), „sendikaların ateşle oynadığı“, “zor zamanlarda daha fazla çalışmaya ihtiyaç olduğu“ yönlü tehditkar açıklamalarda bulunurken, Federal Çalışma Bakanı Kris Peeters ise, „sosyal taraflar sokağa çıkmazsa, alım gücünün arttırılması konusunda bir şeyler yapmaya hazırız“ diyerek tarafları masaya davet etti. Almanya’da da, geride bıraktığımız Kasım ayına kadarki son birkaç aylık dönem içerisinde, farklı talep ve sorunlar üzerinden oluşturulan yerel, bölgesel ya da merkezi inisiyatiflerin örgütlediği gösterilere, farklı toplumsal kesimlerden yüzbinlerce kişinin katılmış olması, tepkilerin sokağa taşması; kitleler arasında mücadele ve arayış eğilimlerinin güçlenmekte olduğunun, kendi özgünlüğünde bir başka örneğini oluşturmaktadır.

SOSYAL HAREKETTE YENİ BİR DÖNEM

Açıktır ki; tepki ve öfkenin dışa vurumu, mücadelenin gelişim seyri, her ülkenin kendi somutunda ve kendi özgünlükleri üzerinden gerçekleşecektir. Özgünlükleri bir yana, Fransa ve daha başkaca ülkelerdeki farklı örnek ve veriler, işçi ve yığın hareketleri açısından yeni bir dönemin eşiğinde olunduğuna işaret ediyor.

‘Eskinin ölmeye yüz tuttuğu, yeninin henüz doğmadığı’ bir safhada; emekçi yığınlar açısından, ağırlaşmış ekonomik-sosyal sorunların yanısıra, ‘politik temsiliyet krizi’nin de yaşandığı belirli dönemlerde, tek bir sorun ya da talep üzerinden ortaya çıkan kimi hareketlerin, başladığı noktanın çok daha ötesinde sosyal-siyasal sorun ve taleplerin dile gelmesine, hareketin buralara doğru genişlemesine vesile olduğu bilinir. Ortaya çıkmasıyla birlikte, başlangıçtaki talebini de, katılımcılarını da aşan, ‘sosyal bir isyan’a dönüşen ‘sarı yelekliler’ hareketi, bunun çarpıcı bir örneğini sunmuştur. Ve bu, önümüzdeki dönem açısından bir istisna olarak kalmayacaktır. Gündeme gelecek bir saldırıya karşı başlatılacak direnişin, kısmi de olsa kazanımlar elde edebileceğine dair örneklerin çoğalacağı bir döneme giriyoruz.

İşçi ve emekçi yığınlar, bilinen neden ve zayıflıklarından ötürü, onlarca yıldır genellikle hep savunmada kaldı ve kaybedenler oldu. Emekçi kitlelerin içinde bulunduğu koşulların ağırlığı, onları itildikleri bu köşeden çıkışa zorlasa da, bunun kolay ve sancısız olmayacağı aşikardır. Öte yandan, hoşnutsuzluk ve tepkilerin yaygınlığına vurgu yapmanın, ileri güçler açısından ‘öfke patlamalarını’ beklemek değil, bizzat bir parçası olarak, bu sancılı sürecin aşılmasına pratik ve politik yönden katkıda bulunmak anlamına geldiği açık olsa gerek.

SINIF BİLİNCİ VE TECRÜBE GELİŞMELERİ BELİRLEYİCİ OLACAK

Günümüz koşullarında, sınıflar arası güç ilişkilerinde temelli değişiklikler olmadıkça, tekellerin ve mali oligarşinin ekonomik ve sosyal alanda izleyegeldiği temel politikaların ana doğrultusundan bir sapma-geriye dönüş beklemek, küçük burjuva reformcularının, sol popülist çevrelerin yaymaya çalıştıkları ham bir hayalden başka bir şey değildir. Fransa’da olduğu gibi, çok kısmi (sınırlı) bazı tavizler vermek durumunda kalındığında bile, bu sadece hareketi yatıştırıp, söz konusu politikaların hız kesmeden yürümesini güvence altına almak içindir. Tekeller ve emperyalistler arasındaki rekabet ve pazar kavgasının giderek sertleştiği günümüz dünyasında, dışarıda olduğu gibi içeride de, işçi ve emekçileri, halkları bekleyen, ekonomik, sosyal ve politik alandaki saldırıların daha fazla artmasıdır.

Evet; bir yandan işçi ve emekçi halk kesimlerinin insanca yaşama ve çalışma koşullarına sahip olma ihtiyacı ve talebi, diğer yandan tekellerin ve emperyalistlerin rekabet gücünü artırmak üzere daha fazla sömürü, yağma ve talan zorunluluğu! İşçi ve emekçileri zorlu bir mücadele süreci bekliyor.

Bu söylenenlerden, kısmi talepler için mücadelenin, mücadele ile küçük de olsa tavizler elde etmenin önemsiz olduğu gibi bir sonuç çıkartılmamalıdır. Tam tersine, işçi ve emekçilerin saflarındaki dağınıklık ve bölünmüşlüğün aşılmasının, kendine güvenin, bugününü ve geleceğini kendi ellerine alma bilinç ve tutumunda bir ilerleme sağlamanın, daha ileri mücadelelere hazırlanmanın yolu, tam da buralardan; onların çıkarlarını ifade eden somut talepler doğrultusundaki mücadelelerini güçlendirmekten ve bu mücadeleler içerisinde sınıf bilinci ve tecrübelerini ilerletmekten geçiyor.

BİRLEŞME VE ORTAK HAREKET İHTİYACI

Emperyalist-kapitalist politikaların geniş emekçi kesimler açısından yarattığı tahribat ve buna bağlı artan hoşnutsuzluk, öfke ve tepkiler bir yandan en son Fransa örneğinde olduğu gibi sokak hareketlerini doğurur ve bir yandan da milliyetçi, sağ-popülist hareketlere zemin sunarken, bir başka sonucu da, sol sosyal-demokrasinin bir alternatif olarak siyaset arenasında daha görünür hale gelmesi oldu. Fransa ve Almanya, bu açıdan gösterdikleri özgünlüklerle dikkat çeken iki karakteristik örnek oluşturuyorlar.

Diğer birçok ülke gibi Almanya’da da, sistemin ana partilerinden uzaklaşan emekçilerin azımsanmayacak bir bölümünün AfD’ye kaydığı ya da dağınık ve atıl durumda olduğu biliniyor. İşçi sınıfının bağımsız politikasıyla devrede olmadığı ve hareketin görece zayıf ve örgütsüz olduğu, politik atmosferin sistematik bir tarzda zehirlendiği koşullarda, tablonun böyle olmasında anlaşılmaz bir yan yoktur. Asıl soru ve önemli olan, bunun nasıl tersine çevrileceğidir.

En geniş kesimlere ulaşmayı mümkün kılacak, duyarlı ve mücadele isteği taşıyanlardan başlayarak, sorun ve talep sahiplerinin toparlanması ve ortak hareket etmesinin önünü açmak üzere nasıl bir çalışmaya, ne tür müdahale ve girişimlere ihtiyaç duyulduğu sorularına doğru yanıtlar vermektir. Ve tabii ki; bunlarla birlikte en önemlisi de bunun gereklerini yerine getirecek bir tutum içerisinde olmaktır!

Eylül başında kuruluşu duyurulan “Aufstehen” girişimi yeni bir “toparlanma hareketi” olma iddiasını taşıyor. Bugüne kadar internet üzerinden yüz atmış bini aşkın kişinin kayıt yaptırdığı, bölgelerde yüz civarında grup kurulduğu belirtilen bu “toparlanma hareketi”nin politik hedefini belirleyen şiar: Yeni bir sosyal demokrasi için!

Politik bir platform özelliği taşıyan çağrının içeriği ve çerçevesi, şiara da uygun olarak, klasik sosyal demokrat anlayışça karakterize olunuyor. Haliyle, eleştiriler kapitalist sistemin ürettiği sonuçlarla sınırlanıyor; kapitalizmin kendisinin sorgulanmasından uzak durulup, “yenilenmiş sosyal devlet” savunusu yapılıyor.

“İnsanın ekonomi için değil, ekonominin insan için olması” gerektiği, “insanın maliyet faktörü olmadığı” ya da “sosyal adalet”, “adil ticaret” gibi kapitalizmin ve emperyalizmin doğası ile bağdaşmayan bir dizi süslü lafla, kapitalizmin “sosyal bir sisteme dönüşebileceği” hayalleri yayılıyor.

‘Açıklama’dan biraz uzun bir alıntı: “Bize söylenen, küreselleşme ve dijitalleşme döneminin güncel politikasının alternatifsiz olduğu, bir yalandır. Büyüyen eşitsizlik doğa yasası değil. Küreselleşmiş finans-kapitali, tekelleri ve zenginleri sosyal sorumluluktan muaf kılmak, teknolojik gelişmelerin değil, politik kararların bir sonucudur.”

Evet, sözde alternatif politikanın özü-özeti budur; tekellerin, zenginlerin “sosyal sorumluluğa” dahil edilmesi!

Silah ihracatına itiraz, ‘kriz bölgeleri’ ile sınırlanıyor; Barış politikası savunulurken, “NATO’nun dağıtılması” ya da “NATO’dan çıkılması” taleplerine yer verilmiyor…

Son olarak şunu belirtelim: Açıklamada, ’güvenceli iş, iyi ücret, huzurlu bir emeklilik, kaliteli eğitim’ gibi, geniş kesimleri ilgilendiren birçok güncel talep de yer alıyor.

Açıklama biçiminde ortaya konan politik platformun, kapitalizm hakkında hayaller yayan, sosyal reformcu karakteri sorunun bir yanıdır. Ve; günümüzün somut koşullarında hiç de daha az önemli olmayan ve yanıtı pratikte verilecek olan sorunun diğer yanı şudur: Aufstehen, bir ‘toparlanma hareketi’ olarak, tabandan güncel talepler için bir mücadelenin örgütlenmesinin ne ölçüde bir parçası olacaktır?

Taleplerin mücadelesi için bir “toparlanma” ve “ayağa kalkma” anlamına gelecek midir? Asıl sorun budur. Nitekim mevcut veriler daha çok bir başka yöne işaret ediyor: ‘Yeni bir politika, yeni bir hükümet’ propagandası üzerinden, önümüzdeki dönemde Sol Parti, SPD ve Yeşiller üçlüsünden ortak bir hükümet kurulmasına zemin hazırlanmaya çalışılıyor. ‘Tabanda’ yürütülen çalışma, bu görüşün yaygınlaştırılıp, partilerin buna razı edilmesine bağlanmış görünüyor.

Sahra Wagenknecht tarafından birçok kez dile getirilen bu görüş, Sol Parti’nin eş başkanlarından Katja Kipping ve başkaca yöneticilerce de savunuluyor!

SPD ve Yeşiller’in nelerin altına imza attıkları biliniyor. Hele de günümüz kapitalizm koşullarında, hükümet olarak veya koalisyon hükümetlerinde yer alarak, emekçi halktan yana bir politika izlenmesi mümkün mü? Tekellerin ve mali oligarşinin, politik alandaki temsilcileriyle birlikte, neoliberal ekonomik ve sosyal politikalardan küçük tavizler verilmesine dahi tahammül göstermediği günümüzde, hükümette kimlerin olduğundan bağımsız olarak bu politikalardan bir sapmaya izin verilmeyecektir. Muhalefette sol popülist bir çizgi izleyenlerin, hükümet olduktan sonra hangi politikaları izlemek durumunda kaldıklarının bilinen yakın ve en tipik örneklerinden biri Yunanistan’ın Syriza’sıdır. Daha yakına, ülke içine gelelim; Sol Parti’nin koalisyon ortağı olduğu üç eyalette, hangi politikalar uygulanıyor?

Böyle bir anlayış ve politikanın arz ettiği asıl tehlike; öfkeleri ve mücadele eğilimleri giderek artan kitlelerin mevcut hareketliliğine parlamenter bir ufuk dayatması ve bu yolla sokakta artma potansiyeli taşıyan bir hareketliliğin potansiyelini ve radikalizmini baştan tüketmeye yönelmiş olmasıdır. Bu sonuç, yani parlamento-seçim sathında mevcut hareketlenmeyi tüketmek, projenin kodlarında programlanmış durumdadır.

Fransa’daki Melanchon hareketi de “Sarı Yeleklileri” esas olarak Avrupa seçimleri için bir dayanak olarak değerlendirme yaklaşımı içinde olmuştur.

İşçisi, emekçisi ve genciyle, halkın çalışma ve yaşam koşullarında, onların lehine bir değişim yaşanacaksa, bu ancak onların mücadelesinin ürünü olabilir. Bu mücadele olmadan, kullanım tarihi çoktan geçmiş sosyal demokratik reçeteler geniş emekçi yığınların sorunlarına köklü bir çözüm sunmak şöyle dursun olsa olsa ve eğer başarabilirse toplumsal tepki ve öfkeyi yatıştırmaya hizmet eder.

Bugün ihtiyaç olan, çalışma, eğitim ve yaşam alanları üzerinden, geniş kesimlere ulaşacak tarzda bir çalışmanın örgütlenmesi ve güçlendirilmesidir. Farklı sorun ve talepler üzerinden bir araya gelme ve güçleri birleştirmeye, mücadeleyi daha geniş kesimlere taşımaya hizmet eden girişim ve platformları çoğaltmak ve güçlendirmektir. Sorunların ağırlığı altında bunalmış, hoşnutsuzluk ve tepki içerisinde olan emekçi kesimlerin başka politikalara yedeklenmesi yerine, kendi çıkarlarını ifade eden politikalar etrafında birleşmesinin yolu da buradan geçmektedir.

Close