Written by 13:17 HABERLER

AB 2017: Korkulan olmadı, ama…

YÜCEL ÖZDEMİR

2016’yı bitirirken 2017’de dair yapılan öngörülerin çoğunda AB’yi felaket bir yılın beklediğine vurgu yapılıyordu. “Felaket”e neden olarak da Hollanda, Fransa ve Almanya’da yapılacak seçimlerde AB karşıtı aşırı sağ akımların zaferle çıkabileceği gösteriliyordu.
Her üç ülkede korkulan olmadı, aşırı sağcı parti liderler sandıktan zaferle çıkıp ülke yönetimlerine el koymadılar. Ya da ülkenin kaderini etkileyecek mevkilere gelemediler. Ancak 2017’de, gelecek için önemli bir güç biriktirdiler.
2016’de Donald Trump’ın ABD’de seçimleri kazanması, İngiltere’nin Brexit kararı kıta genelinde bu yıl aşırı sağın yükselişini tetikledi.
Hollanda’da aşırı sağcı Geerd Wilders’in partisi ikinci oldu, Fransa’da Marine Le Pen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kaldı, Almanya’da aşırı sağcı AfD Federal Meclise 94 milletvekili gönderdi. Yılın son ayında ise Avusturya’da aşırı sağcı FPÖ, “aşırı muhafazakar” ÖVP ile koalisyon hükümeti kurdu.
Görüldüğü gibi, AB çapında aşırı sağcı, faşist ve milliyetçi partiler ve onların liderleri her ne kadar bu yıl içinde AB’nin geleceğini etkileyebilecek düzeyde güç toplamasalar da, bu, önümüzdeki yıllarda toplamayacakları anlamına gelmiyor. Bu nedenle “tehlike” geçmiş değil.
Sığınmacı, göçmen ve İslam düşmanlığı üzerinden güç toplayan bu akımlar, AB’ye sert eleştiriler yöneltiyorlar ve sınırların sıkıca kapatıldığı, eski ulusal paranın kullanıldığı klasik ulus-devlete dönüşü savunuyorlar. Bu nedenle AB ülkelerinin pek çok alanda entegrasyonuna karşılar. İlkel milliyetçilikle geniş kitleleri etkilemeye çalışıyorlar.
Dolayısıyla bu hava 2016’den 2017’ye devredildiği gibi, 2017’den de 2018’e devrediliyor.
Bu açıdan havanın döndüğünü söylemek pek mümkün değil. Mart ayında İtalya’da yapılacak seçimlerin sonuçlarının da sarsıcı olacağı şimdiden yazılıyor. Özellikle de sosyal demokratlar açısından.
Yine Çekya, Finlandiya, Macaristan ve İrlanda’da seçimler var.
Bütün bunların toplamı ise 2019’daki Avrupa Parlamentosu seçimlerine yansıyacak. Denilebilir ki; 2017 Avrupa sosyal demokrasisi için ise adeta “çöküş yılı” oldu. Irkçı-milliyetçiliğin güç kazandığı ülkelerin tümünde sosyal demokrat partiler dibe vurdu. Sol sosyal demokrat partilerin ise ülkeden ülkeye farklılık arz etmekle birlikte, toplamı açısından süreçten fazla yararlandığı söylenemez.
Kıta Avrupası’ndaki bu “siyasi yarılma”nın elbette nesnel nedenleri var. Bunların başında artan yoksulluk, sınıflar arası derin uçurum ve buna bağlı olarak geniş kitleler arasında baş gösteren gelecek korkusu geliyor.
En güncel verilere göre, AB çapında her dört kişiden biri, yani 115 milyon insan yoksulluk içinde yaşıyor. İşsizlik, özellikle gençler arasında yüksek.
Kadın-erkek ücretleri arasındaki fark ortalama yüzde 20. Parası olanın okuduğu, olmayanın okuyamadığı Orta Çağ düzeni bir şekilde halen varlığını sürdürüyor.
Fransız Ekonomist Thomas Piketty ve ekibi tarafından kısa bir süre önce kamuoyuna açıklanan verilere göre, Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’da 1913 yılında en zengin yüzde 10, tüm gelirin yüzde 40’ına sahipti. Şimdi de en yüksek gelirliler yine pastadan en büyük payı alıyor.
Bu nedenle Avrupa’nın en zengin ülkesi Almanya’da eşitsizlik günümüzde 100 yıl öncesi düzeyinde(Süddeutsche.de).
Benzer bir durum diğer ülkeler ve kıtalar için de geçerli.
Pek çok tarihçi ve analizci, günümüz Avrupası’nda olanları 1920’lerin sonuyla kıyaslıyor ve ekonomik-sosyal koşulların bugün de aşırı sağı güçlendirdiğine işaret ediyor.
Avrupa, bir şekilde 2008 krizinin yarattığı derin tahribatın ekonomik ve politik sancılarını yaşıyor. Bu sancıların kapitalizm içinde kimi küçük tadilatlarla giderilemeyeceği bir kez daha anlaşılmıştır.
Dahası, içinden geçtiğimiz süreçte yeni bir krizin ortaya çıkması durumunda etkileri çok daha sarsıcı ve yıkıcı olacağı açıktır.
Tarih; ekonomik-sosyal sorunlardan kurtulma ya da iktidarını sürdürme adına aşırı sağa, milliyetçiliğe, faşizme sarılmanın, onu güçlendirmenin “felaket” olduğunu insanlığa gösterdi.
Bunun tekrarlanmamasının tek yolu ise toplumsal zenginliğin eşit paylaşıldığı, hiç kimsenin aç, yoksul ve işsiz kalmadığı bir dünya için mücadele eden politik seçeneğin güç kazanmasıdır.
Ekim Devrimi’nin 100’üncü, Kapital’in yayımlanmasının 150’inci yılı olan 2017’de bu eksende pek çok tartışma yürütüldü.
Bu tartışmalar bilimsel sosyalizmin kurucusu Karl Marx’ın 200. doğum yılı olan 2018’de de devam edecek. Devam ettikçe de karanlıktan aydınlığa çıkma umudu güç kazanacak, süreç hızlanacak.
Bu nedenle kıta Avrupası’nda korkulanın olmaması; Avrupa halklarının sınırsız, özgür ve eşit şekilde bir arada yaşamasının yolu milliyetçiliğin değil, enternasyonal seçeneğin güç kazanmasından geçiyor.
2018’de bu umudun büyümesi dileğiyle…

Close