Written by 10:06 POLITIKA

Aydın Çubukçu 21. Rosa Luxemburg Konferansı Konuşması

Berlin’de bu yıl 21.’si yapılan Rosa Luxemburg Konferansı’nın önde gelen konularından biri Türkiye olurken, konferansın ilk konuşmacısı da Evrensel Kültür dergisi Genel Yayın Yönetmeni Aydın Çubukçu oldu. Türkiye ve Orta Doğu konusundaki gelişmelere değinen Çubukçu, politika ve kültür çerçevesinde dünyadaki devrimci mücadele konusunda düşüncelerini dile getirdi. Biz de bu sayımızda Çubukçu’nun konuşmasından derlediğimiz yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.

Kan ve ateşin hüküm sürdüğü topraklardan geliyorum. Savaş bütün şiddetiyle çocukları, kadınları, yaşlıları, bütün insanlığı harap ederek ilerliyor. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşı bölgede burnunu göstermeye başladı. Her şey çok hızlı gelişiyor, çok şiddetle gelişiyor.

Hepinizin izlediği gibi Türkiye bugün bir savaş politikasının hükmü altındadır. Ortadoğu savaşında önemli bir yerde duruyor ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti burada kilit rol üstlenmek istiyor. Savaş ve faşizm birbirini besler ve birlikte ilerlerler. Bugün TC Hükümeti içeride ve dışarıda savaş politikası izlemektedir ve iktidarını savaşın yarattığı gerginlikle güçlendirmeye çalışmaktadır.

Bu hem bölge ilişkileri bakımından son derece tehlikelidir hem de bütün dünyanın karşı karşıya bulunduğu büyük savaşı kışkırtan bir rol oynadığı için son derece tehlikelidir.

Savaş politikaları yüzünden Türkiye hızla faşist bir zemine doğru kaymaktadır. Bu yüzden bizim görevimiz, Türkiye’de savaşa ve faşizme karşı halkın en geniş birleşik cephesini oluşturmak ve demokrasi için mücadele etmektir. Lenin‘ in dediği gibi, “Ya devrim savaşı önler ya savaş devrime yol açar.“

Biz bütün dünyanın ilerici demokratları ve komünistleri, işçi sınıfının önderliğinde en geniş halk cephelerini oluşturmak ve savaşı durdurmak üzere kendi hükümetlerimize karşı mücadele etmek zorundayız.

Sert bir dönemece girdiğimizi belki biz bölgede yaşayanlar daha net görebiliyoruz. Ama dünyanın bütün insanları başta işçiler ve gençlik tehlikenin farkındadır. Dünya bir felakete doğru sürükleniyor.

Kürt halkının özgürlük mücadelesi yalnızca Türkiye için değil, bütün Ortadoğu’nun ve Ortadoğu’daki savaşa bulaşmış bütün devletlerin, bütün ülkelerin önemli bir problemi, önemli bir bir dayanışma odağı olmak zorundadır. Bütün ülkelerin sosyalistleri ve demokratları savaşı önlemek ve demokrasiyi kazanmak için şimdi birlikte mücadele etmek zorundayız.

Rosa Luxemburg’u anmak için bir araya geldiğimiz bu toplantıda Rosa’nın bizim için en önemli çağrısı, mutlaka faşizme karşı birleşerek mücadele etmektir. Rosa’nın çağrısı Marx ve Lenin’in teorisi temelinde bugün yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Emperyalizme, faşizme ve savaşa karşı mücadele acil, ertelenemez ve tek mücadele yoludur. Devrim tarihinin bütün mirasını kucaklayarak dayanaklarımız güçlendirebilir, birliğimizi güçlendirebilir ve bütün dünyada savaşı önleyebilecek güçlü bir cephe oluşturabiliriz. Bu imkanlar vardır ve bunları kullanmak için yeterli deneye sahibiz.

Yaşasın devrim, kahrolsun savaş

Böyle bir ortamda politik mücadelede kültürün önemi üzerine konuşmak belki de bazılarınız için hafif bir konu olarak görülebilir. Oysa emperyalistlerin mücadelesi ve bize olan saldırıları çok yönlü ve çok boyutludur. Buna karşı biz de çok yönlü çok boyutlu bir mücadele yürütmek zorundayız ve kültür bu bakımdan çok önemli bir silah olarak elimizdedir.

Kültürel mücadele yalnızca sanat ve edebiyat alanında mücadele değildir. Yalnızca sanatın ve edebiyatın savunulması da değildir. Kültürel mücadele yeni bir hayat, yeni bir dünya için en önemli mücadelelerinden birisidir ve kurucu bir rolü vardır, inşa edici bir rolü vardır.

Özellikle yalnızca sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarını değil, aynı zamanda geleceğin sosyalist kültürünün unsurlarını da ortaya çıkarmak ve bunları etkili bir biçimde geliştirmek görevimiz var. Düşünün ki bugün İslamcı bir iktidarın hayatımızın her alanına sokmaya çalıştığı bir siyasetiyle yönetiliyoruz. Din özellikle İslamiyet gündelik hayatın temeli haline getirilmiştir ve insanları teslim almanın, kolay yönetmenin ve faşizmin dayanağı haline getirmenin bir aracı olarak rol oynamaktadır.

POLİTİKANIN KUTSALLAŞTIRILMASI

Öyle ki sıradan insanlar, işçiler, kadınlar, çocuklar attıkları her adımın İslamiyet uygun olup olmadığını bir büyüklerine sormak durumundadırlar bugün. Evden çıkarken sağ ayağımı mı önce atmalıyım sol ayağımı mı önce atmalıyım diye sormak zorundadır ve devlet buna cevap vermektedir; sağ ayağınızı şöyle dua ederek atacaksınız dışarı!. Okullarda, fabrikalarda, ordu kışlalarında hatta parlamentoda herkes birbirinin namaz kılıp kılmadığını denetleyerek gözlemektedir. Bu ağır dinsel baskının aslında bir iktidar baskısı olduğunu görüyoruz. Bu korkunç bir şeydir. Bu şeriatla yönetildiğini söyleyen Suudi Arabistan, Pakistan gibi Afganistan gibi ülkelerde bile bu kadar etkili bir sosyal zemin bulmuş değildir. Türkiye’de bütün yoksulluğuna bütün baskı ve antidemokratik uygulamalarına rağmen iktidarın yüzde 50’ye yakın oyla yeniden hükümeti kazanmasının başlıca sebeplerinden birisi, dinin toplumsal hayata bu kadar etkin kılınmasıdır. Şüphesiz insanlar inançlarında özgür olmalıdır. Herkes istediğine inanmalı istiyorsa hiçbir şeye inanmamalıdır. Fakat din bir inanç değildir. Din bir politikadır. Din Allah’tan aldığı emirleri bireylerin hayatına sindirmek isteyen bir kurumdur. Nasıl yönetileceğinize nasıl yaşayacağınıza karar vermek isteyen bir kurumdur. İnançlar böyle değildir.

Gündelik yaşamın dine teslim edilmiş olması dinin gündelik hayatın her zerresine böyle sinmiş olması faşist diktatörlüğün dayanaklarından birisidir. Politika kutsallaştırılmıştır. Kutsal politika yapılmıştır. Politikanın kutsallaştırılması Goebbels’in yöntemidir, Hitler’in yöntemidir. Mitoloji, din, efsaneler, inançlar, gelenekler bütün bunlar politikayla birleştirildiğinde ortaya sarsılmaz bir diktatörlük çıkacaktır ve tarih bunun adını faşizm olarak koymuştur.

Mücadele içinde özgürlüğü, kadın haklarını, çocuk haklarını, hayvan haklarını savunmak, çevreye sahip çıkmak, ekolojinin önemini görmek, nükleer santrallere karşı dövüşmek. Bütün bunlar sosyalizmin zaferi ertelenemez olarak yapmamız gereken işlerdir. Dolayısıyla yalnızca dinin egemenliğine karşı değil, bunun etrafında şekillenmiş olan nükleer enerji dayatmalarına, çevre düşmanlığına, kadın düşmanlığına, çocukların ezilmesine ve nihayet savaş politikalarına karşı mücadele etmektir.

Türkiye’de politikanın kutsallaştırılmış olması savaşın bir parçasıdır. Yalnızca Kürt halkına karşı değil aynı zamanda bölgedeki bütün halklara karşı savaş politikalarının uygulanması içinde bir araçtır. Çünkü bölgedeki savaş gitgide mezhepler arası ve dinler arası savaş halini alıyor. Bu tarihin daha önceki dönemlerinde görülmüş en vahşi savaş atmosferlerinden birinin doğması demektir. Birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarından daha vahşi, daha ilkel, daha insanlık dışı bir savaşa doğru sürüklendiğimizden kuşkunuz olmasın.

İslamcı terör örgütleri olarak adlandırılan örgütler gerçekte herhangi bir din için herhangi bir mezhep için değil, bölgedeki emperyalist rekabetlerin bir unsuru olarak savaşmaktadırlar. Bazen Amerika’nın, bazen İran’ın bazen hatta Rusya’nın çıkarlarına savaşmaktadırlar. Ama genel görünümleri ideolojik görünümleri İslamcıdır.

Türkiye’de izliyorsunuz biliyorsunuz ki hem sosyal taban bakımından hem ideolojik kökler bakımından İslamcı terör örgütlerinin önemli dayanakları vardır. Şu andaki iktidar politikaları bu örgütlerin Türkiye’den insan ve silah kaynağı sağlamasını kolaylaştırmakta, ona yol açmaktadır. Türkiye artık kesinlikle laik bir ülke değildir. Ve bu bölgedeki savaş atmosferiyle son derece yakından bağlı bir durumdur. Laiklik için mücadele bazılarının sandığı gibi yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel köklerini koruma mücadelesi değildir. Bir demokrasi mücadelesidir. Savaşa ve faşizme karşı mücadelenin bir parçası haline gelmiştir. Bizim Türkiye’de gerek dinsel ideolojiye gerekse gericiliğin bütün biçimlerine karşı yürüttüğümüz mücadele dünyanın bütün eski insani kültürel değerlerini savunarak ilerleyen bir mücadeledir.

Bu mücadelede elbette Balzac, elbette Tolstoy, Dostoyevski, Shakespeare bizim yanımızdadır. Onlardan güç alan, onların değerleriyle bugünün faşizmine karşı mücadele eden bir anlayış hem kitleleri kucaklar hem de ileri doğru gitmemizi kolaylaştırır. İnsanlığın bütün birikmiş kültür mirasını bugünün kavgası içinde bir dayanak olarak kullanmak bizim görevimizdir. Şüphesiz bunun arasında sevgili Rosa Luxemburg da vardır Comandante Che Guevara da vardır . Marx ve Lenin’in sağlam teorik zemin üzerinde kurdukları sosyalizm düşüncesi insanlığın bütün değerlerini kapsar ve yeni bir insanlığın inşası için bize imkan verir.

Kültür sanat alanındaki mücadele kan ve barutla sürdürülen mücadeleyi insani kılan bir mücadele olacaktır. Sözlerime son verirken sosyalizm için mücadelenin zaferine olan inançla hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Yaşasın sosyalizm

Close