Şenay Aydemir
Yılın en çok beklenen yapımlarından birisi olan „Oppenheimer“, öyle bir çırpıda kenara atabileceğimiz, üzerini çizebileceğimiz filmlerinden değil. Nolan bu kez bildik sinemasının temel unsurlarını kullanmaktan imtina etmiyor ama daha kontrollü, daha hikaye odaklı ve daha fazla mevzuya ihtiyatlı bir biçimde giriyor. Batman serisinin son filmi „Kara Şövalye Yükseliyor“daki muhafazakar Amerikancılığının yerini bu kez daha merkeze doğru çekmiş, Hollywood’un geleneksel liberal söylemine yaklaşmış gibi. Bu söylemin özünü, „geçmişi eleştir ama bugünü yücelt“ olarak ifade edebiliriz. Böylece kendini eleştirecek kadar erdemli, ‚en iyi‘ olmayı bu erdeme bağlayacak kadar kibirli olma hakkı elde edersiniz!
Öncelikle „Oppenheimer“ın anlattığı dönemin, ele aldığı meselenin ve filmin içindeki mevzulara dair yorumların tek bir yazıya, hele de günlük haberler veren bir sitedeki köşe yazısına sığdırılamayacağını söylemek gerek. Film, atom bombasını yaratan bilim ekibinin başında yer alan Julius Robert Oppenheimer’ın yaklaşık 30 yılı aşan dönemine odaklanıyor. 1930’lu yıllarda kimse ilgi duymazken kuantum fiziği çalışmalarını ABD’ye getiren, kara deliklerle ilgili ilk teorileri ortaya atan dönemin büyük dehalarından birisi Oppenheimer. Atom fiziğindeki gelişmeler İkinci Dünya Savaşı sırasında hızlanınca Nazilerin bombayı ilk yapan ülke olmasından korkan ABD, özel bir proje başlatır ve başına da Oppenheimer’ı koyar.
Nolan, 30’lardan 60’lara uzanan bu uzun dönemi sinemasının alametifarikalarından biri olduğu üzere ayrı zamanlara bölerek ve birbirinin içine geçirerek anlatmayı tercih ediyor. Ama yukarıda da değindiğim gibi bu kez daha az oyuncaklı ve mümkün olduğu kadar hikayeye odaklanarak anlatmayı tercih ediyor. Hikayenin iki ayağı var. İlki, 1954 yılında Oppenheimer’ın ihanet suçuyla sorgulandığı dönem, ikincisi de onu ihbar eden iş insanı ve politikacı Lewis Strauss’un sonraki yıllarda yapılan sorgusu. Bu iki sorguda anlatılanlar geriye dönüşlerle birbirinin içine geçirilerek anlatılıyor. Nolan, bunlardan ayrı bir hat daha inşa ediyor ve Oppenheimer’in ‘kayıt dışı’ dünyasına, yani bütün sürecin üzerinde yarattığı etkiye de odaklanıyor.
Filmi izlerken kaçınılmaz olarak iki film akla geliyor: „Akıl Oyunları“ (Ron Howard, 2001) ve „İyi Geceler, İyi Şanslar“ (George Clooney, 2005). İlki, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Sovyet şifrelerini çözmesi için görevlendirilen bir bilim insanının giderek bir paranoyağa dönüşme öyküsünü ustaca anlatıyordu. İkincisi ise bir radyo/televizyon programcısıyla, binlerce insanı ‚komünizm‘ suçlamasıyla itibarsızlaştıran senatör Joseph McCarthy arasındaki mücadeleyi anlatıyordu. Bu iki filmin „Oppenheimer“ ile akrabalıkları yalnızca içerik değil, estetik de.
Nolan, Nazi tehdidi ve İkinci Dünya Savaşı gibi olağanüstü koşullarda, üstelik Yahudi bir bilim insanının kabullenmek zorunda olduğu ‘mecburiyetleri’ ile giderek dönüştüğü politikacının ikiyüzlülükleri arasında salınıyor özet olarak. „Oppenheimer“, Nazilerin atom bombası yapma tehdidine karşı, „komünistlerle yakın ilişkide olduğu“ geçmişine rağmen bu projenin başına getiriliyor. Dönemin en önemli bilim insanları yalnızca ABD’den değil, Avrupa’dan çıkarılarak bu projeye yerleştiriliyor. İşin bu tarafı malum. Almanlar mayıs ayında teslim olmuş, Japonya köşeye sıkışmış olmasına rağmen Ağustos 1945’te Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine iki atom bombası atılıyor. Sadece ilk birkaç ay içinde ölenlerin sayısının 200 binden fazla olduğu tahmin ediliyor. Nolan’ın hikayenin bu ‘bilimsel’ tarafına dair yorumu „bu çalışmayı yapmak zorundaydılar, hatta buna mecburdular“ oluyor.
Ama hemen ardından şu soruyu da soruyor. O bombalar atılmak zorunda mıydı? İşte karakterimizin bir politik figüre dönüştüğü yer de burası oluyor. Tam da bu noktada iki yorum yapabiliriz. İlki Oppenheimer’ın savaş sonrasında çok daha etkili silahların yapımına karşı çıkması, bunun başka ülkeleri de harekete geçireceğini anlatmaya çalışması hatta hidrojen bombasının yapımını yavaşlatma girişimleri. İşte bu nokta bilim ve etiğin bir kenara bırakıldığı ve Amerikan pragmatizminin devreye girdiği yer. Çünkü atom bombasına sahip olmak hiçbir zaman tek başına yaşanan savaşla ilgili olmuyor aslında. Hatta daha çok, savaş sonrasına dair bir planın parçası haline geliyor. Daha Naziler teslim olmadan, Hitler intihar etmeden yeni düşmanı Sovyetler Birliği olarak ilan ediyor aslında ABD. Dolayısıyla Japonya’ya atılan bombalar daha çok bir sonraki düşmana yönelik bir gözdağı niteliği taşıyor. Filmde de mesele böyle yorumlanıyor zaten. Ama yazının girişinde değindiğim gibi çok Hollywood usulü bir şekilde „geçmişi eleştir ama bugünü yücelt“ formülüyle yapıyor bunu yönetmen. Yeri gelmişken konunun değil ama filmin dışına kısa süreliğine çıkıp Soğuk Savaş’ı kimin başlattığı belli olsun diye bir bilgi notu ekleyelim. Savaşın hemen ertesinde ‘başka bir ülkenin’ (kimin kastedildiği belli) ABD’nin 40 büyük kentine atom bombası atması durumunda 40 milyon insanın öleceğine dair yayınlar yapılıyor ve bir hezeyan yaratılıyor. Bu ‘daha büyük’ bombaların yapımı için toplumsal bir talep ve meşruiyet ortamı hazırlıyor. Bu arada Sovyetler Birliği’nin henüz atom bombasını yapmamış olduğunu belirtelim. Yani duvar, daha savaş sürerken örülmeye başlanmıştı!
Filmin en tartışmaya açık tarafından bahsederek bitirelim. Japonya’ya iki atom bombası atıldıktan sonra bir kahraman olarak karşılanan Oppenheimer’ın ahlaki ikilemleri de baş gösteriyor. Kendisinin de „Ben artık ölüm oldum. Dünyaların yok edicisi“ sözleriyle ifade ettiği bu ahlaki ikilemin ele alınış biçimi hayli sorunlu. Nolan burada kurnazca bir hileye başvuruyor. Oppenheimer’in bomba yapım sürecindeki mecburiyetlerini, yıkımın sonrasındaki üzüntüsünü, nükleer silahlanmaya karşı yürüttüğü mücadeleyi, hattı bunun için ödemek zorunda kaldığı bedeli haklı bulsak bile bazı sorular yanıtsız kalıyor.
Örneğin söylendiği gibi iyi bir manipülatör müydü? Aslında „atomun babası“ olarak anılmak içten içe hoşuna mı gidiyordu? Nükleer silahlanmaya karşı çıkması bilim insanı kimliğiyle değil de politik görüşlerinden mi besleniyordu? Sahip olduğu güç hoşuna mı gidiyordu? Ve tabii ki asıl soru hiç pişman oldu mu? Çünkü hiçbir zaman pişman olduğunu söylemedi. İşte Nolan’ın hilesi bu noktada devreye giriyor. Bu haklı soruları, filmin en ‘kötü’ karakterine sorduruyor. Politik ve kişisel hırsları yüzünden Oppenheimer’in itibarını düşürmek için kumpas kuran Lewis Strauss, üstelik seyircinin gözünde en düşük olduğu anda, filmin kötü adamına dönüştüğü noktada bir anda heybesinden çıkarıp bu soruları ortaya atıyor ve bir kısmının cevabını da kendisi veriyor. Böylece hem Oppenheimer’in hayatına dair can alıcı sorular es geçilmemiş oluyor hem de kimin sorduğuna bağlı olarak değersizleştiriliyor. Ne diyelim ki, böylesi bir cinlik de Christopher Nolan gibi bir isme yakışırdı.
Filmde birkaç yerde Albert Einstein’ı da görüyoruz. Başkan Franklin D. Roosevelt’e mektup yazarak Nazilerin atom bombası yapma ihtimaline dikkat çeken isim olarak da anılıyor. Ama bütün bu bilimsel ve politik karmaşanın içinde onu olan bitene bakıp dünyanın gidişatı için endişelenen şirin bir ihtiyarcık gibi kurgulamış yönetmen. Fiziksel olarak olmasa da olurmuş yani.
Bitirirken bahsetmeden geçmek ayıp olur. Filmin kadrosu yıldızlar topluluğu adeta. „Oppenheimer“da Cillian Murphy oldukça etkileyici. Ama asıl övgü Lewis Strauss’u canlandıran Robert Downey Jr.’a. Kimi yorumlarda „En İyi Yardımcı Erkek Oscar’ı hayırlı olsun“ deniyor. Denildiği kadar var.
Filme dair çok farklı şeyler yazılıp çizilecektir. Ama bana göre Nolan’ın uzun yıllar sonra sakin kalmayı başardığı ve üzerine uzun uzun konuşulabilecek malzemeleri hikayesine yedirdiği bir yapım „Oppenheimer“. Merkezine aldığı karakterin ‘komünist’ geçmişinin muhafazakar yönetmenini de mecburen ‘liberal’ bir çizgiye mecbur kıldığı spekülasyonunu ortaya atarak bitirelim!