2015, emekçiler için birçok açıdan zor bir yıl oldu. İşçilerin aleyhine maddeleri içeren sözleşmeler, yarım bırakılan ve bitirilen grevler, yürürlüğe giren anti grev yasası, çatı örgütü DGB içinde bölünme… IG Metall ve Ver.di genel kurullarında, işbirlikçi sendika anlayışın -adı konmadan- “alternatifi olmayan sendikal çizgi” olarak ortaya konması. Yine yılın ilk haftalarında başlayan “Sanayi 4.0” tartışmaları… Pardon, her şey olumsuz değildi; yürürlüğe giren yasal asgari ücret vardı, makinistlerin başarılı grevleri…
İşçi ve sendikal hareket açısından 2015 yılını değerlendirirken öncelikle olumlu gelişmelerden başlayalım.
YASAL ASGARİ ÜCRET
Hizmet işkolu sendikalarının 10 yıldan daha uzun bir süredir gündemde tuttukları fakat uzun bir süre DGB çatısı altındaki büyük endüstri sendikalarının (IG Metall ve IG BCE) engellemesi yüzünden, sendikaların ortak bir talebi haline gelmeyen “Yasal Asgari Ücret”, 1 Ocak 2015’te nihayet yürürlüğe girdi.
Tabi bunun için DGB çatısı altında özellikle IG Metall ve IG BCE sendikalarının ikna edilmesi gerekliydi. Bu iki sendikanın gerçek anlamda asgari ücret talebini desteklemeye başlamalarının ardından DGB de bu talebi bir bütün olarak gündeme getirebildi.
Şüphesiz yürürlüğe giren asgari ücret yasası kapsamına alınan onlarca “istisna uygulama” nedeniyle bütün işkollarını, dolayısıyla bütün işçi ve emekçileri kapsayan bir asgari ücretten söz etmekten henüz çok uzağız. Bu hedefe, bütün işkollarını, dolayısıyla bütün işçi ve emekçileri kapsayan bir asgari ücret hedefine, 1 Ocak 2018 günü varılacak; İstisna uygulamaların bazıları 31 Aralık 2017 gününe kadar geçerliliğini koruyacak.
Asgari ücretin düzeyi (8,50 Euro) ve bunun belirlenmesiyle ilgili olumsuzluklara gazetemiz sayfalarında çok kez yer verildiği için bir daha değinmeye gerek yok.
Ancak değinilmesi gereken önemli bir konu, “istisna uygulamaları”nın 31 Aralık 2017’den sonra da devam etme olasılığıdır. Sermaye örgütleri özellikle ülkeye yeni gelen mültecilere “istihdam yaratma” gerekçisini ileri sürerek, “belirli bir süre daha, değişik işkollarında yeterli düzeyde vasıflı olmayan işçileri yasal asgari ücret kapsamına almama” önerisini tartışmaya açtılar.
Her ne kadar bu konuda hükümet şimdilik, “buna izin vermeyeceğiz” dese de, geçmiş tecrübelere bakıldığında hükümetin tutumunu hemen değiştirebileceğini göz ardı etmemek gerekiyor. Göçmenler on binlerce mülteci sınırları aşarak Almanya’ya geldiği ilk günlerde, “Hiç kimse pasaportundan dolayı farklı ücret almayacak” diye sendikal konferanslarda konuşan, gazetelere demeç veren Federal Çalışma Bakanı Andrea Nahles, son haftalardaki “göçmenlerin eğitim sorunları ve iş piyasasına uyum sağlamaları düşünüldüğünden uzun sürebilir. Belki farklı yöntemler geliştirmek zorunda kalabiliriz” sözleri yasal asgari ücreti bir kez daha delmeye yönelik “ilk adım” olarak da değerlendirilebilir.
ANTİ GREV YASASI VE MAKİNİSTLER…
Sermayenin, meslek sendikalarını gerekçe göstererek, hükümete, “anti grev yasası” çıkarma görevi vermesiyle bunun yürürlüğe girmesi üzerinden çok kısa bir süre geçti. Özellikle sermayenin aleyhine olan işyeri güvenliğiyle/işçi sağlığıyla ilgili veya çevreyi koruma hedefli yasalarının çıkması on yıllarca sürebiliyor.
Zaten boşuna gazetemizde de sürekli “sermayenin hükümeti”nden söz etmiyoruz!
Yürürlüğe giren yasa bazı DGB üyesi sendikaların ileri sürdüğü gibi sadece “bölücü, sarı sendikaları” etkilemeyecek. Bu yasa artık bütün sendikaların üzerinde “Demoklesin Kılıcı” olarak sallanıyor. Başta Ver.di olmak üzere neredeyse tüm sendikaların örgütlendikleri işkollarında “azınlık” pozisyonunda oldukları işletmeler giderek artmakta. Her ne kadar bugün farklı bir tablo çizilse de, bu durumdan IG Metall ve IG BCE gibi sendikalar da azade değiller.
Bu yasaya gerekçe olarak gösterilen meslek sendikalarının başında Alman Makinistler Sendikası GDL geliyor. Uzun yıllar DGB’ye bağlı demiryolu sendikasıyla (önce GdE bugün EVG) “TİS Birliği” içinde hareket eden GDL, bir süre önce bu sendikanın aşırı (!) işbirlikçi tutumunu eleştirerek, kendi başına sözleşme imzalaya girişmişti. Ardından herkesin bildiği gibi “makinistlerin grevleri” gündeme gelmişti.
En son olarak dokuz ay boyunca Alman Demiryolları (DB AG) ile TİS görüşmelerini sürdüren GDL, bu süre zarfından 9 kere greve çıkmak zorunda kalmıştı. Sonuçta GDL, hedeflerine önemli ölçüde ulaştı. Ama GDL açısından en önemlisi anti grev yasası, DB AG bünyesinde 2020 yılına kadar geçerli olmayacak. DB AG patronları, bu tarihe kadar tekeldeki bütün sendikalarla sözleşme imzalama sözü verdiler.
Ver.di, GEW, Cocpit, UFO, Marburger Bund gibi sendikalar ve meslek örgütleri, Anayasa’da güvence altına alınan örgütlenme hakkına aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne “acil başvuru” yaptılar. “Acil bir durum olmadığı” görüşünde olan hakimler, “açılan davayı normal işleyiş içinde ele alacaklarını” ve “başvuran sendikalardan birinin, başvuruda ileri sürüldüğü gibi yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalması durumunda” davayı önce çekeceklerinin sözünü verdiler. Yani bu konuda asıl dava 2-3 yıl sürebilir.
YARIM BIRAKILAN VE BİTİRİLEN GREVLER
Yılın ilk üç toplu sözleşmesinin (IG Metall, IG BCE, Ver.di) sonuçları beklenen düzeydeydi. Yaşanan tek sürpriz kimya işkolunda IG BCE’nin yaygın uyarı grevleri yapmak zorunda kalmasıydı.
Uzun yıllar iki-üç haftada içinde işi bitiren IG BCE, bu kez iki ay uğraşmak zorunda kaldı. Bu da işbirlikçi sendikacılığın ebedi olmadığını, karşı taraf taviz veren sendikanın küçük bir açığını yakaladığında “geçmiş yılların hayrını” gözetmeyeceğini ortaya gösterdi. En azından “bu da işçi ve emekçiler açısından bir tecrübe oldu” diyebiliriz.
Asıl sorunlu sözleşme dönemleri bundan sonra yaşandı – hepsi de Ver.di’nin örgütlü olduğu alanlarda!
Sigorta emekçileri iki yıllık bir sözleşme imzalamalarına karşın 5 ay sıfır zam dayatmasını engelleyemediler.
Asıl sorun bundan sonra gündeme gelen, eğitimcileri ve sosyal danışmanları kapsayan sözleşme döneminde yaşandı.
Ortalama yüzde 10 ücret ve mesleki yükselme hakkı talepleriyle görüşmelere başlayan Ver.di yönetimi, ilk görüşmelerden sonra grev oylaması kararı almıştı. Grev oylaması sonucuyla kamu patronlarını uyarmayı ve taban açısından da kabul edilebilecek bir sözleşme imzalamayı umut eden Ver.di yönetimi hüsrana uğradı. Kamu patronları milim geri adım atmadıkları gibi özellikle velileri kreş ve anaokulu çalışanlarına karşı harekete geçirmeye başladılar.
Ver.di yönetimi bu tutum karşısında grev silahını daha etkili kullanmak ve süresiz grevi gerçekten süresiz yapmak yerine greve “ara” verdiğini ilan etti! Sendikanın bu bölümüne mahsus düzenlenen “grev delegeleri konferanslarında” yönetimin işbirlikçi tutumu çok sert eleştirildiği gibi greve devam edilmesi yönünde kararlar alındı. Ne var ki tabanda örgütlü hareket etme becerisini gösteremeyen mücadeleci kesimlerin önde gelenleri, tabanın mücadele eğilimine rağmen sendika bürokrasisine karşı koyamadılar.
Sendika bürokrasisi “arayı” uzatarak tabandaki mücadele eğiliminin zayıflatmak için her türlü yol yöntemi denerken kamu patronları da “kamuoyu baskısını” artırarak grevi kırmayı başardılar. Sonuçta elde edilen ortalama yüzde 3,7 ücret zammı, yapılan ikinci grev oylamasında Ver.di üyelerinin yüzde 57’si tarafından kabul edildi. Bu sonuç sendika yönetimi tarafından “başarı onaylandı” diye yorumlansa da mücadeleci kesimler tarafından “sendika tabanı bölündü” olarak yorumlanmalı.
Diğer sorunlu TİS dönemi ise Deutsche Post’da (DP AG) yaşandı. DP AG tekelinin, paket bölümünün önemli birimlerini kendi kurduğu taşeron firmaya devretme istemine karşı “mücadele kararı” alan Ver.di yönetimi, bu alanda da işçileri kısa bir süre içinde sattı. DP AG patronlarını, “sosyal partnerci zemini terk etmekle” suçlayan (!) Ver.di yönetimi, sermaye kesimini yeniden “sosyal partnerci zemine” çekmek için postacıları greve çıkardı. Süresiz grev ilan eden ama bunu “sosyal partnerci zemini terk etmeden” uygulama yolunu seçen (sınırlı sayıda emekçiyi sınırlı bölgede grev çıkarma) Ver.di yönetimi, DP AG kesinlikle geri adım atmayacağını gösterince emekçiler açısından hiçbir olumluğu içermeyen, göstermelik bir sözleşmeye imza atarak greve son verdiler. Burada işin en kötü yanı ise postacılar ne greve çıkılırken nede greve son verilirken söz sahibi olmamışlardı. Sendika yönetimi, “sosyal partnerci zemine dönme” adına tarihinin en kötü tutumunu sergiledi.
Kimya işkolunda olduğu gibi hizmet işkolunun iki branşında da işçi ve emekçilerin, mücadeleci kesimlerin ileriye dönük önemli sonuçlar çıkardığı, tecrübeler edindiği bir TİS dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bu alanlarda özellikle ileri, mücadeleci kesimlerin kendi içlerindeki örgütsüzlüğü çok net ortaya çıktı. Veya “mücadeleci kesimler şimdi neyi çözmeleri gerektiğini gördüler” diyebiliriz.
DGB’DE GERİCİ SAFLAŞMA
Alman Sendikalar Birliği (DGB) içinde uzun bir süredir örgütlenme alanları ve yetkileri üzerine anlaşmazlıklar ve ciddi rekabet sürdüğü biliniyordu. Yıllardır, “bu bizim iç sorunumuz” denilerek “DGB Uzlaşma Komisyonu”na havale edilen anlaşmazlıklar, 14 Nisan günü artık ayyuka çıktı. Daha doğrusu artık bir takım sendikalar, DGB’yi de yanlarına alarak politik olarak anlaşamadıkları, örgütlenme sınırları konusunda sürekli didiştikleri sendikalarla bir arada olmayacaklarını bir “protokolle” ortaya koydular.
DGB Başkanı Reiner Hoffmann, dönemin IG Metall Başkanı Detlef Wetzel, IG BCE Başkanı Michael Vassiliadis, IG BAU Başkanı Robert Feiger ve EVG Başkanı Alexander Kirchner, bir otele çağırdıkları “dört seçkin gazeteci” aracılığıyla imzaladıkları sözleşmeyi kamuoyuna tanıttılar. “Değişik alanlarda, özelde endüstriye yakın hizmet işkollarındaki örgütsüzlüğün önüne geçme ve bütün üretim ve sonraki (?) süreçte tek bir sendikanın yetkili olması” için ortak çalışmaya karar verdiklerini ilan eden söz konusu sendikacılar, aslında kardeş örgütleri Ver.di sendikasına karşı açıktan savaş ilan ettiler!
Almanya’da sendikal örgütlülük düzeyi yüzde 18 -20 arası seyrediyor; yani işçi ve emekçilerin yüzde 80’i örgütsüz bir durumda. Örgütsüz kesimleri örgütlemeye yönelik adımlar atmak yerine diğer sendikaların üyelerini “ayartmayı” tercih eden sendikaların girdikleri bu gerici rekabetin, işçi hareketine ağır darbeler vuracağını söylemek kesinlikle abartı değil.
Ayrıca yukarıda sözü edilen protokolün ilan edilme dönemi, gerici anti grev yasasının tartışıldığı döneme denk düşmesi ve bu yasayı açıktan destekleyen sendikalar tarafından ilan edilmesi de, DGB içindeki çatlağın bayağı ciddi olduğunu gösteriyor.
Ne yazık ki ilerici, mücadeleci kesimler arasında bu protokol “hak ettiği” ilgiyi görmedi ve dolayısıyla buna karşı tepki çok cılız kaldı. Oysa bu konuda gösterilecek tepkiler sadece işbirlikçi sendikal anlayışı mahkum etmekle sınırlı kalmayacak, aynı zamanda buna karşı tabandan bir örgütlenmenin, – ki buna yeniden örgütlenme demek daha doğru olacaktır, önüne de açacaktı. Şüphesiz bunun için geç kalınmış değildir ve değişik platformlarda bunu gündeme getirmek için adımlar atılabilir.
“SANAYİ 4.0” İLE…
Sendikal alanda bir süredir gündeme giren ve Almanya işçi sınıfının başına gerçekten birçok belayı aynı anda getirmeye aday olan konu şüphesiz “Sanayi 4.0” (“Industrie 4.0”) tartışmasıdır.
Olay basit: Buhar makinesinin icadı “1. Sanayi Devrimi” olarak değerlendiriliyor. ‘2. Devrim’ olarak ise Ford tekelinin üretimde uygulamaya koyduğu “bant sistemi” sayılıyor. Mikro elektronik ve bilgisayarın üretim sürecine dahil edilmesi de “3. Sanayi Devrimi” olarak değerlendiriliyor. Sanayide “dördüncü devrim” ise internet ve robot sistemlerinin üretimle bütünleşmesiyle gerçekleşecek.
İnternet ve robot sistemleri yıllardır üretimin parçası olmasına karşın, bunlar birbirlerinden bağımsız olarak değerlendiriliyor. İnternetle üretimdeki otomasyonu hızlandırmak işin bir yanıyken, gelişmiş ve öğrenme kapasitesi (yapay zekâsı) olan robotları da bu sürece katarak fabrikaların üretim kapasitelerini en verimli bir şekilde kullanmanın olanakları yaratılmak isteniyor. Ayrıca bugün henüz deneme aşamasında olan 3 D (üç boyutlu) yazıcı araçlarının üretimde daha fazla kullanılarak, düşük ölçekte ama kârlı üretmenin koşullarının geliştirilmesi hedefleniyor.
…KAPİTALİZM ORTADAN KALKMAYACAK YA!
“Sanayi 4.0” tartışmalarını sermaye ve hükümetinin yanı sıra çok sayıda araştırma kurumları sürdürüyor. Fakat işçi ve emekçiler açısından asıl ilginç tartışmalar başka IG Metal ve IG BCE olmak üzere neredeyse bütün sendikalar da devam ediyor. Nitekim işçi ve emekçileri, yeni teknolojilere asıl yakınlaştıracak olanlarda bunlar. Sendikalar içinde devam eden tartışmalarda “olumlu ve olumsuz” yanları sürekli tartılıyormuş gibi bir izlenim yaratılmaya çalışılsa da, asıl olarak “Sanayi 4.0”ın adeta bir “kurtarıcı” gibi ele alınması göze çarpıyor.
Buna göre (bu tartışmaları burada bütün kapsamıyla olarak yansıtmamız mümkün değil) “Sanayi 4.0” gelişip, uygulandıkça üretim sürecinin genel olarak hafifleyeceği, güvencesiz işlerine azalacağı gibi tehlikeli işlerin de robotlar tarafından yapılacağı ileri sürülmekte.
Şüphesiz ki iş yükünün azalması ve tehlikelerinin en aza inmesi için teknolojik gelişmelerin kullanılması gerekmektedir.
Fakat ne olursa olsun, ister “Sanayi 4.0” veya “5.0” veya “6.0” yürürlüğe girsin, kapitalist ekonomi sistemi sonuçta yürürlükten kalkmayacak! Ve bu yürürlükte olduğu sürece işçi ve emekçiler sömürülmeye mahkum kalacaklar. Kapitalistlerin zaten “sadist” oldukları için en düşük ücret karşılığı işçileri kötü ve tehlikeli koşullarda çalıştırmak için uğraştıkları söylenemez. Onlar için önemli olan kâr marjının sürekli yükselmesidir. Bunun için ise yapmayacakları hiçbir şey yoktur. Bir başka deyişle üretim araçları kimin elindeyse teknolojik gelişmelerden de asıl olarak faydalanan onlar olacaktır.
Tabi ki teknolojik gelişmeye karşı mücadele edecek değiliz. Ama başta sendikalarda devam eden tartışmalar olmak üzere, bütün kamuoyunda devam eden tartışmaları yakından takip etmeli, işçi ve emekçiler cephesinden talepler belirlenerek ileri sürülmesine katılmalıyız. Tıpkı, 1970’li yılların sonlarına doğru başlayan “rasyonelleşme dalgası” döneminde olduğu gibi.
Tartışmalara katılarak, talepleri ileri sürerek kapitalizmi emekçilerin lehine “dizayn” etme hayalimiz şüphesiz yok. Ama bu tartışmalara katılarak, teknolojik gelişmelerden kimin nasıl faydalandığını, üretim araçları üzerindeki hakimiyetin neden belirleyici olduğu gibi çok önemli konuları geniş çevrelerle tartışma fırsatı elde edileceği de ortada.
Evet, yazımızın başlığından anlaşıldığı ve verilen örneklerden görüldüğü gibi zor bir yılı geride bırakıyoruz. Fakat yaşadığımız bütün bu zorluklar/sorunlar aynı zamanda çözümlerini de içinde barındırıyor. Her yenilgiden çıkartacağımız tecrübeler, dersler var ve bunları değerlendirdiğimiz ölçüde önümüzdeki yılın işçi ve emekçiler açısından daha iyi olmasını sağlayabiliriz.
SERDAR DERVENTLİ