Almanya’daki Türkiyeli göçmen işçilerin yaşadığı ayrımcılığı, ağır sömürü koşullarını „Türk işçisi Ali“ kılığına girerek belgeleyen Gazeteci Günter Wallraff ile Almanya’ya göçün 60. yılını konuştuk.
Yücel ÖZDEMİR
Köln
Türkiye’den Almanya’ya göçün üzerinden tam 60 yıl geçti. Bu 60 yıl içinde acısıyla tatlısıyla çok şey yaşandı. Gazeteci-Yazar Günter Wallraff, ekim 1985’te yayımladığı Ganz Unten (En Alttakiler) kitabıyla bu tarihsel sürecin “acı” tarafını gözler önüne yıllar önce sermişti. Göç eden Türkiyeli işçilerin yaşadığı ayrımcılığı, ağır sömürü koşullarını Türk İşçisi (Ali) kılığına girerek belgeledi. Girdiği işlerde kamerasını, fotoğraf makinesini ve ses kaydını çantasında bulunduran Wallraff, Türk babanın Yunanistan’da doğan, Türkçe bilmeyen oğlu rolüyle birçok firmada, ağır koşullara göğüs gererek gerçekleri ortaya çıkarmak için ısrarla çalıştı. Yaşadıklarını anlattığı “En Alttakiler”, 5 milyon ile İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en çok satan kitap oldu. Tam 38 dile çevrilen kitap halen de satılmaya devam ediyor. Köln’de yaşayan ve 79 yaşında olan Wallraff önümüzdeki yıl 80. doğum gününü kutlamaya hazırlanıyor. Türkiye’den Almanya’ya göçün 60. yılının yoğun bir şekilde konuşulduğu şu günlerde Wallraff ile dünden bugüne değişenler ve değişmeyenleri konuştuk.
Sayın Wallraff, Türkiye’den Almanya’ya göçün 60. yılını kutluyoruz. 60 yıl önce Almanya ve Almanlar, “misafir işçi” olarak adlandırılan Türkiye’den gelen işçileri nasıl karşıladı?
“Misafir işçi” kavramı benim için başından itibaren sorunluydu. Misafirler candan karşılanır, “Hoş geldin” denilir. Ancak burada söz konusu olan acil bir şekilde ihtiyaç duyulan iş gücüdür. Almanların hiç çalışmak, ellerini kirletmek istemediği bütün işlerde “misafirler” çalıştırıldı. Onlara bu işler için ihtiyaç duyulduğu için getirildiler. Max Frisch’in dediği gibi “İş gücü çağırılmıştı ama insanlar gelmişti.” İkilem başından itibaren söz konusu. Gelenler birçok kez de suistimal edildiler.
O zamanlar Alman toplumunda bu “misafir işçilere” yönelik tepkiler nasıldı?
Türklerden önce İtalyanlar gelmişti. İtalyanlar için ilk başlarda “Kadınlarımızı elimizden alacaklar”, “Hırsızlar”, “Yaşam biçimleri bize uymuyor” gibi sözler sarf edildi. Gelen İtalyanlar sonradan entegre oldu. Almanlar İtalyan lokantalarına gitmeye başladı. Sonra Türk göçmenler geldi. İlk başlarda şüphe, korku ve ön yargı çoktu. Diyebilirim ki reddetme çok güçlüydü. En azından bir mesafe vardı. Başından itibaren gettolaştırma, mümkün olduğu kadar bizden uzak kalmaları yönünde bir tutum benimsendi. “Mümkünse kendi aralarında kalsınlar” denildi. Kaldıkları yerler hapishane gibiydi. Kapalı alanlarda tutuluyorlardı, kimlikle girip çıkabiliyorlardı. Sonraları bu yavaş yavaş değişmeye başladı.
1985’te yayımladığınız “En Alttakiler” kitabı geniş yankı yaratmıştı ve halen de satılıyor. Sizi bu kitabı yazmaya asıl olarak hangi nedenler itti?
Köln’ün Ehrenfeld semtinde yaşıyorum ve bundan çok mutluyum. Canlı bir semt. Semtte yaşayan her üç komşumdan birisi göçmen kökenli. Dünyanın bütün ülkelerinden insanlar var. Büyük çoğunluk ise Türkiye kökenlilerden oluşuyor. Eskiden bu semt adeta damgalanmıştı. Çünkü çok yabancı yaşıyordu. Kendimi hep marjinalleştirilenlere, dışlananlara yakın gördüm. Bu belki de benim aile biyografimden kaynaklanıyor. Babam, evlilik dışı bir ilişki sonucu doğmuştu. Tam bir aile kuramamıştı. Bu yüzden dışlanmıştık. Bunun üzerine babam babasını aramak için dünyayı dolaşıyor. Üç-dört dil biliyordu. Sonunda İspanya’nın Barcelona kentini “misafir işçi” olarak mesken ediniyor. Bir işe girip çalışıyor, İspanyol bir kadınla tanışıp evleniyor. Onunla Köln’e geri geliyor. Annem akciğer hastalığı sonucu ölüyor. Babam kendisini Almandan çok İspanyol görmeye başlamıştı. Her kültürün pozitif taraflarını almayı tercih etmişti. Bir dünya vatandaşıydı. Doğduğunda adı Josef idi, öldüğünde mezar taşına bir İspanyol isim olan Jose yazıldı. Bende de çok erken yaşlardan itibaren ulusal kimlik rol oynamadı.
Köln’de ilk olarak Türkiyeli işçilerle tanışmanız ne zaman oldu? Nasıl iletişim kuruyordunuz?
1970’li yılların başında komşumuz olan Türkler vardı. İlk onlarla tanıştım. O zaman aşağılanmalara, iş koşullarından ötürü şikayetlere tanık oluyordum. Bazen duyduklarıma inanamıyordum. İnsan onuruna yakışmayan çalışma koşullarını, yıllarca yaptıkları işler nedeniyle sağlıkları bozulan Türkleri gördüm. Bir örnek vereyim. Ali rolünde ilk denemeyi Hamburg’daki Jurid fabrikasında yaptım. Fabrikada asbest üretiliyordu. Orada çalışan bir komşumun anlattığına göre, maske ve koruma olmadan asbest tozları içinde çalışıyorlarmış. Sağlığı bozulmuştu. Ciğerleri asbest alan bir kişinin 10-20 yıl içinde yaşamı altüst oluyor. Bu en zor işle başlamaya karar verdim. İşe alınmam için 26 yaşında görünmem gerekiyordu. Ki o zaman 40 yaşındaydım. Sürekli koşarak, spor yaparak kendimi bu işe hazırladım. Bu işe girmekle sağlığımla oynadığımı biliyordum. İş başvurusu sırasında yanımda eski küçük bir Türk altınını ustabaşına vermeyi de planlamıştım. Neyse ki tam o zamanda işe alımlar durduruldu. Şansım yaver gitti yani. Eğer o işe girseydim herhalde bugün yaşamazdım. Daha sonra röportaj yaptığım bir Türk kadınına bunu anlattım. O bana, orada babasının çalıştığını ve erken öldüğünü söyledi.
Aynı şekilde Türklerin çalıştırıldığı nükleer santralde de durum buna benzerdi. Burada asıl olarak bir işi ve oturumu olmayan Türkler çalıştırılıyordu. Hayati tehlikesi olan temizlik işini yapıyorlardı. Bu iş için Almanlar bulunmuyordu. Çünkü çalıştıklarında birkaç gün sonra kanlarında nükleer madde oranı yüksek tespit edildiğinden işten çıkıyorlardı. Özellikle illegal olarak burada kalan ve kimsenin umurunda olmayan Türkler nükleer santrallerde çalıştırılıyordu. Bunlar tabii ki aşırı tehlikeli işlerdi.
Ama normal işler de hiç kolay değildi. Thyssen’de maskesiz çalıştırıldık. Türklerin sağlığı önemsizdi. Orada birlikte çalıştığım arkadaşlarımın çoğu öldü. Çünkü aylarca değil yıllarca aynı tozu ciğerlerine çektiler. Ben, sürekli antrenman yapıp kendimi koşullara hazırladığım halde, Thyssen’de birkaç ay çalıştıktan sonra ancak 15 dakika koşabiliyordum. Ciğerlerim zarar gördü.
Bu koşulları anlattığım kitap yayımlandıktan sonra olumlu olan ise Alman halkı arasında, çığlık belki biraz abartı olabilir, güçlü tepkiler verildi. Çoğu bunları bilmiyordu.
İlk başlarda çoğu, yazdıklarımın doğru olup olmadığı konusunda şüphe içindeydi. O zaman “Türklerin sorunu” deyip daha çok bilmek istemediklerini söyleyenler de oldu. Sendikalar bile şüpheyle yaklaştı. Sonra gerçekleri fark edince kitabın özel baskısını yaptılar.
Dönemin Kuzey Ren Vestfalya Çalışma Bakanı Heinemann konuyla yakından ilgilendi. O zamandan itibaren bazı yasal değişikler yapıldı ve çalışma koşulları kısmen düzeltildi. Thyssen’de kaçak ya da geçici olarak bu şekilde çalışanlar işe alındı.
60 yılda Almanya’da yerli ve göçmenler arasında birlikte yaşam konusunda neler değişti? Hangi ilerlemeler sağlandı?
Sözünü ettiğim dönemde daha çok yan yana ve gettolaştırma şeklinde bir yaşam söz konusuydu. Bugün ise çok şükür bazı değişikler var. Kısmen normalleşme oldu. İlk önce en yabancılar kenara itiliyor, izole ediliyor. Türkiye’den gelen göçmenlerin yerini bugün Doğu Avrupa’dan gelen işçiler aldı: Romenler, Bulgarlar. Onlardan daha kötü durumda olanlar ise Afrikalılar. Ayrımcılık ise devam ediyor.
Ne zamana kadar insanların etnik kökeni, dini, rengi üzerinden ayrımcılık yapılmaya devam edilecek?
Birçok göçmen kökenli artık Almanyalı olduğunu söylediği halde ayrımcılığa tabi tutulmaya devam ediyor.
Yavaş yavaş bir şeyler değişiyor. Nesiller boyunca. Hızlı bir şekilde Almanca öğrenenlere bayılıyorum. Kendim bu konuda yeteneksizim. Ali rolüne girmeden önce hızlandırılmış Türkçe kursuna gittim. Başaramadım. Ama nesiller değiştikçe bazı şeyler değişecek. Nesiller üzerinden Almanlar ise biraz zorlanıyor. Çünkü halle belli bir rolü olan bir geçmişimiz var.
Siz uzun yıllar Türkiyeli işçiler için bir kahramandınız. Göçün 60. yılında özellikle Türkiyeli göçmenlere hangi mesajı vermek istersiniz? Gelecek için neler öneriyorsunuz?
Kimliğim açısından ben halen Ali’nin bir parçasıyım. Beni en çok etkileyen rol bu oldu. Bu nedenle bu sürecin parçası olan herkesten biriyim. Bu süreçte karşılaştığım, bunlar politik karşıtlarım da olabilir, herkese minnettarım. Ne önerebilirim ki… Onlar benden daha iyi biliyor her şeyi. Öz güvenli, esir alınmayacak şekilde hareket etmelisiniz. Türk kökeni koparıp atma yerine üzerine yeniler ekleyerek geleceğe odaklanmak gerekiyor. Ayrımcılık Türkiye’de de var. “Alamancılar” Türkiye’de de ayrımcılığa uğruyor. İster Türkiye’de isterse Almanya’da olsun, geleneksel dayatmaları kırıp geleceğe bakmak gerekiyor. Gelecek dünya vatandaşlığında, ulusal kimlikle kapalı yaşamakta değil. Adaletsizliklere karşı çıkın. Kimden geldiği, hangi ulustan olduğundan bağımsız olarak. İçe kapanmayalım. Biz Almanlar, biz gazeteciler, biz yazarlar hepimiz paralel toplum gibi yaşıyoruz. Neredeyse kast sisteminin olduğu toplumlar gibi. Bunları aşalım. Geleceği ancak bu şekilde kurabiliriz.