Written by 19:00 POLITIKA

“Göçmenlerin entegrasyonu nasıl başarılı olur?”

YÜCEL ÖZDEMİR

24 Mayıs’ta yayınlanan haftalık Der Spiegel dergisinde “Entegrasyon tartışmaları tüm taraflarca acımasız ve ideolojik sürdürülüyor” başlığıyla bir makale kaleme alan Konstanz Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Claudia Diehl, gerçekleri yarımlaştırarak bazı tespit ve önerilerde bulunuyor. Diehl’in 2021’den bu yana Eyalet Kültür Bakanları Konferansı Bilimsel Komisyonunda yer alması yazdıklarını ayrıca önemli kılıyor. Sonuçta komisyon eğitim politikalarının ele alındığı Kültür Bakanları Konferansının izleyeceği politikalara tam olmasa da yön veriyor, etkide bulunuyor.

Göçmenlerin entegrasyonu nasıl başarılı olur?” sorusuyla başlayan Diehl, muhafazakarlarla ilericiler arasında “entegrasyon” konusunda bir anlaşmanın olmasına zor olduğuna işaret ediyor. Ve muhafazakarların soruna şu şekilde yaklaştığını aktarıyor: “Muhafazakârlar genellikle, birçok göçmenin kültürel arka planına atıfta bulunur. Belirli etnik grupların -özellikle de Müslüman ülkelerden gelenlerin– sosyal statüde yükselme veya çalışmaya daha az ilgi gösterdiklerini savunurlar. Dolayısıyla, bu grupların entegre olamayacağını iddia ederler. Müslüman ülkelerden göçün kısıtlanması veya durdurulması gerektiğine inanırlar.”1

Bu aktarımın ardından “Kültürel etkenler/aspektler gerçekten göçmen kadınların iş piyasasına entegrasyonunda önemli bir rol oyuyor” değerlendirmesinde bulunuyor. Aslında artık kökten dinci İslamcılarla sınırlı olan klişe yaklaşımları aktarıyor, erkeklerin kadınların iş piyasasında aktif olmasını engellediği ileri sürülüyor. Bunu yapan Müslüman erkeklerin olmadığını söylemek elbette yanlış olur. Ancak Almanya’daki “entegrasyon sorununu” böylesine marjinal bir kesim üzerinde açıklamaya çalışmak gerçeğe denk düşmüyor. Yansıtılış biçimine bakarsanız sanki Müslüman ülkelerden gelen bütün erkekler eşlerini iş piyasasından uzak tutmaya çalışıyor.

Federal Çalışma Ajansının çalışanları Alman ve Yabancılar diye sınıflandırdığı 2024 yılına dair verilere göre, Alman pasaportuna sahip olmayan toplam çalışan sayısı 6 milyon 238 bin idi ve bunların 3 milyon 712’si erkek, 2 milyon 571’i kadındı. Kayıtlar dine göre değil geldikleri ülkelere göre sınıflandırıldığı için ancak gelinen ülkelere bakılarak dinle bağlantılı durumun ne olduğu konusunda bazı çıkarsamalar yapılabilir. Örneğin, aynı verilerde toplam 675 bin Türkiye vatandaşı çalışan arasında kadınların sayısı 264 bin. Bu da çalışan Türkiye kökenli vatandaşların üçte birini oluşturuyor. Ülke genelinde ise kadın-erkek çalışanlar yaklaşık olarak aynı düzeyde.

Genel olarak göçmen kadınlar arasındaki entegrasyon sorununu kapitalist sistemden bağımsız dine bağlamak gerçeğe tekabül etmiyor. Dil bilmeme, kalifiyelik durumu, kayıtlarda görünmeyen düşük ücretli işlerde çalışma, kapitalizmin işsizler ordusu yaratması asıl belirleyici faktörler. Bunların çoğu bilindiği halde göçmen kadınların entegrasyon sorununu “eşlerini çalıştırmak istemeyen Müslüman kocalara bağlamak” gerçekleri ters yüz etmek anlamına geliyor.

Bir taraftan din ile bağlantılandırılan tespitler yapılırken diğer taraftan “kültürlerin entegrasyonda oynadığı rolü incelemenin gerçekten de o kadar basit olmadığı” ifade ediliyor. Bu gerçeğe rağmen ulusal/inançsal kimliklerden yola çıkarak entegrasyona dair yapılan tespit ve tanımlamaların çoğu yıllardır var olan önyargıları yeniden güçlendirmekten başka bir şey değildir.

Muhafazakarların entegrasyona bakışını kadınlar üzerinden açıklayan ve bir kısmına destek veren Diehl, ilericilerin bakışını ise devlet, resmi kurumlar içinde göçmenlere karşı var olan ayrımcılık üzerinden açıklıyor ve itirazda bulunuyor: “[Kurumsal] ırkçılığın [entegrasyona] etkilerini analiz etmek de zordur. Bu nedenle, yapısal ırkçılık genellikle “sonundan” düşünülür: Eğitimdeki kararlar veya önemli işler/mevkiler gibi arzu edilen toplumsal kaynaklar, çoğunluk ve azınlık üyeleri arasında eşit dağıtılmadığında ırkçılık yapılmış olur.”

Yazar bu yaklaşımın ABD’de Afroamerikalılara yönelik uygulamalarda doğrulayarak eğitimdeki ayrımcılığı örnek gösterdikten sonra “Ancak, bu bakış açısını Avrupa ve Almanya’ya taşımak taşımalıdır” diyor. Bunu da şu şekilde gerekçelendiriyor: “İş piyasasındaki dezavantajlar, Almanya’ya 1950’lerden 1970’lere kadar Türkiye’den düşük vasıflı göçmenleri hedefli olarak işe almasının sonuçları olarak açıklanabilir. Almanya’da da eğitim, büyük ölçüde ebeveynlerin sosyal statüsü tarafından belirlenir. Bu durum, göçmen geçmişi olan insanların ve onların torunlarının iş piyasasında daha az başarılı olmasının belgelenmiş bariz bir örneğidir.”

Doğru. Almanya’da, Pisa Araştırmalarında da görüldüğü gibi ailelerin sosyal konumuyla öğrencilerin başarısı arasında yakın bir bağlantı olduğu biliniyor. Dolayısıyla, yoksul göçmen emekçilerin çocuklarının başarısız olması bir tesadüf değildir. Ancak bu, yapılan kurumsal ayrımcılığı hafifletmemeli. Diehl de sonraki cümlelerde ayrımcılığın etkilerini zaten ifade diyor. Ancak buna rağmen kurumsal ayrımcılığın rolünü hafifletiyor: “[Ayrımcılık] neyse ki Almanya’da göçmenlerin ve çocuklarının eğitim sisteminde ve işgücü piyasasında karşılaştıkları dezavantajları açıklayacak kadar belirgin değil. Bu, göçmenlerin uğradıkları ayrımcılığa karşı çok çaba sarf etmelerinden kaynaklanmaktadır.”

Buna nereden baktığınızla ilgili. Eğitim sisteminde en alt okul biçimlerinde en çok göçmen kökenli çocukların olduğu sır değil. Bunun ailenin sosyal konumuyla bağlantılı bir yanı var. Ancak, ayrımcılık nedeniyle en alt okul biçimlerine gönderilen göçmen çocuklarının sayısının da hiç az olmadığı söylenebilir. En alt okul biçimine giden göçmen çocuklarının ne kadarının gerçekten ailesinin sosyal konumuna, ne kadarının uğradığı ayrımcılıktan ötürü gittiğine dair bir veri bulunmuyor. İlk okuldan itibaren başlayan eşitsizlik daha sonra bütün alanlarda kendisini hissettiriyor. İyi işler, meslekler, sektörler doğal olarak iyi eğitim şansına sahip Almanların oluyor. Asıl sorun göçmenlerin Almanlarla aynı seviyeye gelmek için neden daha fazla çaba sarf etmek zorunda kalmalarıyla ilgili. Bu durum, aslında kurumsal ayrımcılığın var olduğu ve birlikte yaşamın önünde çok büyük bir engel teşkil ettiğini gösteriyor. Dolayısıyla Almanya’daki kurumsal ayrımcılığın entegrasyon/birlikte yaşamdaki rolünü hafifletmek aynı zamanda, varlığından çok da rahatsız olmamayı da beraberinde getiriyor.

Ama bütün engellere, ayrımcılığa, dışlamaya rağmen göçmenler yavaşta ilerlese, nesilden nesile Almanya’nın parçası olma, burayı kendi ülkeleri olarak görmeye devam ediyorlar. Bugüne kadar gerçekleşen ilerlemenin asıl olarak egemen sınıflara rağmen gerçekleştiğini söylemek abartı olmayacaktır. Toplumsal yasalar engel ve sınır tanımıyor. Sürecin hızlanması için her düzeyde ve alanda eşit hakların tanınması, ayrımcılığın yasaklanmasıyla mümkündür. Etnik kökeninden, sahip olunan pasaporttan bağımsız, herkese eşit imkanların sağlanması durumda, toplumsal kutuplaşmadan beslenen bütün kesimleri zayıflatmak daha kolay olacaktır. Aksi takdirde birbirini besleyen bu akımlar önyargıları körükleyerek güç toplamaya devam edecektir.

1 Diehl, „Die Diskussion über Integration wird auf allen Seiten erbittert und ideologisch geführt“, Der Spiegel, 24.05.2025, Sayfa 46

Close