Written by 17:50 HABERLER

Kafesten kaçış

‚AB içindeki neoliberal kartel, kısa vadede sadece herhangi bir sol partinin herhangi bir hükümete ortak olmasıyla yıkılmaz.‘

 

21 Ağustos 1849’da yapılan Paris Konferansı’nda Viktor Hugo tarafından ortaya atılan fikir, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden canlandı. İnsanlar artık barış içinde yaşamak, demokrasi, refah ve sosyal güvenlik istiyorlardı.

Şimdiki Avrupa ise Viktor Hugo’nun değil Fredrich August von Hayek’in tasarladığı neoliberalizmin kutsal sütunları üzerine kurulmuş bir Avrupa. Onun fikirlerine göre, piyasanın gücünün demokratik kararlar tarafından engellenmemesi için uluslararası sözleşmeler imzalanmak zorundaydı. Bu fikir, Avrupa’daki ekonomik sözleşmelerin ve TTIP’in ruhunu belirledi.

ABD Anayasa’sının yapıcı babalarından olan James Madison da kuruluş ilkelerini ‚hükümetin en önemli fonksiyonu zengin azınlığı, fakir çoğunluktan korumaktır‘ şeklinde açıklamıştı.

Luxemburg derebeyliğini, yoksul çoğunluğa karşı zengin azınlığın haklarını korumak için bir vergi cennetine çeviren şimdiki AB Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker şahsında, neoliberalizm ruhu en uygun temsilcisini buldu. Juncker, ‚Avrupa sözleşmelerine karşı  çıkan hiçbir demokratik seçim olamaz‘ diyerek Hayek’in düşüncesinin tamamlayıcısı oldu.

 

Demokrasi ve sosyal devlet

Şimdiki AB, demokrasi ve sosyal devletin geriletilmesi için hareket ediyor. Bunun en fazla belirgin olduğu ülke Yunanistan. Ancak demokrasi ve sosyal hak gaspları sadece Yunanistan’ın değil tüm Avrupa ülkelerinin, doğal olarak şimdilerde Avrupa’nın en büyük düşük ücret sektörüne ve en kötü emeklilik maaşı belirleme formülüne sahip Almanya’nın da sorunu. Hatırlarsak, bir zamanlar Yunanistanlı devlet adamı Perikles: ‚Politik sistemimizin adını azınlığın değil çoğunluğun çıkarlarını savunduğu için demokrasi olarak belirledik.‘ demişti. Kısacası, çoğunluğun çıkarlarını savunmayan bir sistem demokratik olamazdı. Şimdilerde bu durum Avrupa’nın hiçbir ülkesinde geçerli değil.

Avrupa’da demokrasi ve sosyal devletin gaspına karşı halkların direnişleri giderek güçleniyor. Seçimlerde bazıları, kurtuluşu (sağlığına kavuşmayı) yeniden milliyetçiliğe, yabancılarla mücadeleye ve ırkçılığa dönülmesinin gerektiğini vaaz eden sağda arıyorlar. Bazıları, demokrasi ve sosyal devletin yeniden inşası için uluslararası işbirliğini savunan güçlü bir soldan umutlanıyorlar. Syriza ve Podemos’un seçim başarılarına büyük umut bağlandı. Neoliberaller Syriza’ya diz çöktürdü. Bu, Avrupa solu için genel bir yenilgiydi. Buna bağlı olarak hükümetlere katılan sol partilerin (şimdi Portekiz, belki ileride İspanya) başarısızlığını engellemek için “Plan B” projesi ortaya çıktı.

Bir sol partinin hükümet ortağı olmasına karşı çok sayıda argüman var. ABD’nin kurucularının da söylediği gibi parlamenter sistem, zenginleri yoksullara karşı korumak için oluşturuldu. Bu sistemin ahtapot kolları, bir zamanların işçi partilerini yakalayarak Blair, Schröder, Gonzales, Hollande gibilerinin neoliberalizmin hırslı, genç elemanları olmasını sağladı. Syriza’nın Yunanistan’da, Blocko ve CDU’nun Portekiz’de ve ileride Podemos ve diğer sol partilerin İspanya’da hükümete katılımları söz konusu olduğunda istenilen sonucun elde edilebilmesi için neoliberal kafesten kaçış yolları aranmalıdır.

Avrupa Komisyonu, Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu’nda solun çoğunluğu sağlamasını beklemek, Godot’yu beklemek gibi bir şeydir. Gianis Varufakis’in Avrupa Birliği’ni demokratik ve şeffaf yapmak için öne sürdüğü, “DIEM 25  planı”nın gurur verici ve başarılı olmasını dilerim.

 

Merkez bankalarının kontrolü

Bir sol partinin hükümete katılımıyla kısa vadede neoliberal kartelin parçalanabilmesi için kaldıraç kolunun uygun bir yere yerleştirilmesi gerekir. Sosyal yaşamda ve ekonomik koşullarda belirgin bir iyileşme, ancak bir sol hükümetin tekrar merkez bankasının denetimini eline geçirmesi ve bu merkez bankasını, kurulma amacına uygun yani devlet harcamaları ve kamu yatırımları için kullanmasına bağlıdır.

Her ne kadar ayda 60 milyar Euro ile ülkelerin kredilerini satın alan Avrupa Merkez Bankası, bu parayla Avrupa’nın alt yapı projelerini finanse etseydi, bunun büyük bir etkisi olurdu ama bir zamanların yatırım bankeri Draghi’nin Avrupa maliye bakanlarının onayıyla böylesi bir çizgi değişikliğini uygulamaya sokmasını umut etmek naifliktir.

Çoğunluğun bilmediği Avrupa Para Birimi EWS’nin varlığı ve bu para birimi sayesinde merkez bankası ve kur değişiklikleri kontrolü sayesinde ülkelerin rekabet edebilme olanağının tekrar inşa edilebileceğidir. Örneğin Danimarka, EWS  içindedir ve bilindiği gibi Danimarka’da durum oldukça iyidir.

Yunanistan’ı Euro Birliği’nden çıkarmak isteyen Avrupa Maliye Bakanları açısından Yunanistan ve Portekiz, İspanya gibi Avrupa ülkeleri için sert Euro yerine esnek EWS’nin kapısını açmak iyi  bir fırsat olabilirdi. EWS, bir Avrupa para birimi olmasına rağmen, ülkelere AB’nin sömürücü politikalarına karşı çıkmak ve daha fazla istihdam ve oldukça adil bir sosyal politika yapmak için olanak sunuyor.

Konuşmamın sonuna geliyorum: Avrupa ülkelerinin genelinde geçerli olabilecek herhangi bir ’neoliberal kafesten çıkma reçetesi‘ yoktur. Yine de kafesten kaçma çabamızda bize yol gösterecek bir ‘Plan B’ sahibi olmak, kafeste sürekli yakınmak ve sadece  sosyal devlet ve demokrasi gasplarına karşı sonuç bildirileri çıkararak hiç bir şey yapmadan beklemekten çok daha iyidir.

Bu amaçla konferansa başarılar diliyorum.

 

Oskar Lafontaine: Sol Parti Saarland Meclis Grubu Başkanı, 19 Şubat’ta Madrid’de yapılan Plan B Konferansı’nda yaptığı konuşma.

Çeviren: Semra Çelik

Close