81 yıl önce, 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla başlayan İkinci Dünya Savaşı her bakımdan büyük felaketlere yol açtı. 8 Mayıs 1945’te savaşın bitmesinden bir yıl sonra Doğu Almanya’da ilan edilen “Dünya Barış Günü” insanlığın bir kez daha aynı acıları yaşamamasını hedefliyordu. Ne var ki, dünyanın bugün geldiği durum daha fazla silahlanma ve savaştan başka bir şey değil. Son 20 yılda silahlanmanın yaklaşık yüzde 80 arttığı günümüz dünyasında bölgesel savaş tehditleri her geçen gün büyüyor.
1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya ateş açmasıyla başlayan İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda yaşanan büyük açıların ve yıkımların bir kez daha tekrarlanmaması için, ilk olarak 1 Eylül 1946’de Sovyetler Birliği’nin denetimi altında olan Doğu Almanya’da kutlanmaya başlanan “Dünya Barış Günü” insanlığın en büyük özlemlerinden birisini ifade ediyor. Savaşsız, sömürüsüz bir dünya dileği o günden bu yana her 1 Eylül’de bir kez daha yüksek sesle ifade ediliyor. Her ülke ve coğrafya kendisine göre barış talebini somutlaştırılarak ifade ediliyor.
İkinci Dünya Savaşı’nın başlatıcısı Almanya’da 1 Eylül, çoğunlukla “Savaş bir daha asla!” sloganıyla kutlandı ve kutlanmaya devam ediyor. Sonraki yıllarda 1 Eylül için “Barış Günü” yerine “Savaşa Karşı Gün” demenin dağa doğru olacağı üzerinden tartışmalar yürütüldü.
Almanya’nın 8 Mayıs, Japonya’nın 2 Eylül 1945’te resmen yenilgiyi kabul etmesinin üzerinden tam 75 yıl geçerken, aradan geçen süre zarfında dünyanın geldiği yerin özeti yeniden büyük savaşların kapıyı çaldığından başka bir şey değil. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan “iki kutuplu” dünyada emperyalist devletler bir taraftan birbirlerini alt etmek için sürekli silahlanırken diğer taraftan karşılıklı silahsızlanma anlaşmalarının altına imzalar atmak zorunda kaldılar. Bunda dünyanın dört bir yanında yükselen barış talebinin milyonlar tarafından ifade edilmesinin rolü büyük.
Ne var ki; aradan seçen süre içerisinde barış hareketi zayıfladı. Bu durum emperyalist devletlerin ve onların silah tekellerinin işini kolaylaştırmış görünüyor. Barış hareketi zayıfladıkça dünya çapında savaşlar ve silah satışlarında rekor üzerine rekorlar kırılıyor.
SİLAHLANMADA REKOR ARTIŞ
Son yıllarda emperyalist devletler ve onların müttefik ülkeleri tarafından körüklenen savaşlar artıkça silah satışında da rekorlar kırıldı. Stockholm Barış Enstitüsü (Sipri) tarafından yapılan açıklamaya göre geçen yıl dünya silah satışı toplamda 1,8 trilyona ulaştı. Bu rakam bugüne kadar gerçekleştirilen maksimum satış anlamına geliyor. Alman İstatistik Dairesi’nin hazırladığı verilere göre, 1998-2018 yılları arasında dünya genelinde silah satışı neredeyse yüzde 80 arttı. Başka bir değişle 1998’de toplam satış 1 trilyon olan küresel silah satışı 2008’de 1,5 trilyona, 2018’de ise 1,8 trilyona ulaştı. Bu durumun kendisi bile silahlanma konusunda dünyanın nasıl bir felakete doğru yol aldığını yeterince gösteriyor.
Sipri’nin 2015-19 yıllarına dair yaptığı açıklamaya göre satıştan en çok kazanan beş ülke: ABD, Rusya, Fransa, Almanya ve Çin. Bu beş ülke dünya silah pazarının tam yüzde 75’ini elinde tutuyor. Pastadan en büyük dilimi ABD (yüzde 36) alırken onu Rusya (yüzde 21), Fransa (yüzde 7), Almanya (yüzde 6) ve Çin (yüzde 5) takip ediyor.
2015-19 yılları arasında ABD’den fazla Suudi Arabistan, Avustralya ve Birleşik Arap Emirlikleri; Rusya’dan ise en fazla Hindistan, Çin ve Cezayir’e silah satın aldı. Almanya’nın en fazla silah sattığı ülkelerin başında Güney Kore, Yunanistan ve Cezayir geliyor.
BÖLGESEL SAVAŞ RİSKİ BÜYÜYOR
Savaştan ve silahlanmadan beslenen emperyalist devletler her fırsatta silahlanma bütçelerini artırırken, diğer ülkeleri de silahlanmaya zorluyorlar. Özellikle NATO’nun belirlemiş olduğu Yurtiçi Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 2’sinin savunmaya ayrılması kararı süreci hızlandırdı. En fazla silah satan emperyalist ülkeler körükledikleri savaşlar, çıkardıkları gerilimlerle silah satışının artmasına neden oluyor. Bu durum doğal olarak değişik bölgelerde büyük savaş planlarının ya da manevralarının yapılmasına neden oluyor.
Listeye bakıldığında son yıllarda en fazla silah satın alan ülkeler arasında yer alan Hindistan, Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan, Türkiye gibi ülkeler adeta “bölgesel savaşa” hazırlanıyor. Hindistan-Pakistan, Türkiye-Yunanistan, Sudi Arabistan-İran gerilimleri sadece üç örnek.
Sipri’nin 2019 raporuna göre son on yıl içinde dışarıdan en çok silah satın alan ülkelerin başında Suudi Arabistan (dünya pazarının yüzde 12’si), Hindistan (9,5), Mısır (5,1), Avustralya (4,6) Birleşik Arap Emirlikleri (3,6) ve Güney Kore (3,1) geliyor. Sürekli büyük emperyalist devletlerden silah alan bu ülkeler gelinen aşamada bölgelerinde askeri açıdan önemli bir güç haline gelmiş durumda. Başka bir değişle satın aldıkları silahları hasımlarına karşı kullanmanın senaryolarını devreye koymanın planlarını yapıyorlar.
Genel olarak bakıldığında, savaşlar bugüne kadar daha çok batılı kapitalist ülkeler tarafından tam olarak kontrol edilmeyen ülkelerin işgal edilmesi şeklinde gerçekleşiyordu. Bu ülkelerin bir kısmı (Afganistan, Irak, Ukrayna…) ele geçirilmiş görünüyor. Henüz tam olarak ele geçirilmeyen ülkelerde (Suriye, Lübnan, Belarus, Venezüella…) ise kaos ve çatışma devam ediyor.
Denilebilir ki, bundan sonraki savaşların etkisi öncekilerden çok daha sarsıcı olacak. Hindistan-Pakistan, Türkiye-Yunanistan, Suudi Arabistan-İran gerilimlerinin muhtemel bir savaşa dönüşmesi aynı zamanda bölgesel felaket anlamına geliyor. Bu nedenle günümüzde savaşa ve silahlanmaya karşı mücadele her zamankinde çok daha büyük bir önem kazanmış durumda. Emperyalist devletler arasında dünya üzerinde süren yeniden paylaşım sürecinin asıl olarak belirleyici olduğu silahlanmadan çok kazanan ise silah tekelleri.
SAVAŞ, KAPİTALİZMİN KAÇINILMAZ SONUCU
Savaş ve silahlanma nedensiz değil elbette, eşitsizliğe, rekabete ve sömürüye dayalı ekomonik-toplumsal sistemin yani bugün emperyalizm aşamasına gelmiş kapitalizmin kaçınılamaz bir sonucu. Çünkü sistem ötekinin sırtında, ötekisini sömürerek ayakta durabiliyor; bu ‚öteki‘ bazen işçiler, bazen küçük esnaf, bazen diğer sermaye grupları veya diğer ülkeler oluyor. Savaş ve çatışmalar ‚ülkeler-uluslar arasında‘ yaşanan çatışmalar olarak görülse ve propaganda edilse de aslında olan, işçi sınıfını ve dünya kaynaklarını kimin sömürüp, kimin egemen olacağı kavgasıdır. Bu yüzden cepheye sürülen her askerin, atılan her kurşunun vatan ve millet adına olduğu aldatmacasına başvurur ülkeleri yönetenler.
Ve bu yüzden kamu kaynakları, eğitim, sağlık, konut, ulaşım vb. gibi halkın temel ihtiyaçları için, daha iyi yaşam standartlarına kavuşması için değil; ölüm, yıkım ve sefalet saçan silahlara ve savaşlara harcanır.
Ve yine bu yüzdendir ki, savaşların da silahlanmanın da sonunu getirmek ancak sermayenin ve sermayenin politik düzenin ortadan kalkmasıyla nihai olarak mümkün olabilecektir. (YH)