Yücel ÖZDEMİR / Köln
Almanya’da 2005’te yapılan erken seçimlerden sonra başbakanlığı Sosyal Demokrat Partili (SPD) Gerhard Schröder’den devralan Hrıstiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi Genel Başkanı Angela Merkel’in dönemi bugün resmen kapandı. Mecliste yapılan oylamadan sonra başbakanlık koltuğuna Sosyal Demokrat Olaf Scholz oturdu.
26 Eylül’de yapılan genel seçimlerden birinci olarak çıkan ve Olaf Scholz’u başbakan adayı olarak gösteren Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller ve Hür Demokrat Parti (FDP) ile sürdürdüğü koalisyon görüşmelerini tamamlayarak koalisyon hükümetini kurdu. Üzerine anlaşmaya varılan koalisyon sözleşmesinin partilerin yönetimi ve tabanı tarafından da onaylanarak bir törenle altına imzalar atıldı. Böylece Olaf Scholz’un Federal Parlamento’da başbakan seçilmesi için gerekli bütün prosedür yerine getirilmiş oldu.
736 sandalyeli yeni mecliste koalisyonu oluşturan üç partinin toplam sandalye sayısı 416 ile salt çoğunluk olan 369’un çok üzerinde olduğu için Scholz’un başbakan seçilmesi sorun olmadı. Meclisteki oylamaya katılan 707 milletvekilinden 396’sı Scholz’un başbakanlığından yana oy kullanırken, 303 karşı, altı çekimser ve üç geçersiz oy kullanıldı. Bu sonuca göre Scholz, koalisyon partilerinin toplam oyundan 21 az oy aldı. Toplam 29 milletvekili sağlık sorunlarından ötürü oylamaya katılmadı. Bunların büyük bir bölümünün yeni hükümet partilerinden olduğu anlaşılıyor.
MERKEL DÖNEMİNE DAMGA VURANLAR
16 yıl boyunca ülkeye başbakanlık yapan Merkel ise, milletvekilliğine aday olmadığı için oylamayı ziyaretçiler için ayrılan tribünden izledi. Devir teslim töreniyle birlikte Merkel dönemi de resmen kapanmış oldu. Koalisyon görüşmeleri kısa sürede tamamlandığı için Merkel, daha önce 16 yıl başbakanlık koltuğunda oturan Helmut Kohl’ün rekorunu gün olarak kıramadı.
Geçen hafta vedalaşma mahiyetinde düzenlenen askeri törenle uğurlanan Merkel’in Alman iç ve dış politikasındaki etkileri son birkaç gündür değişik açılardan değerlendiriliyor.
Schröder döneminde emekçilere yönelik “Ajanda 2010” adı altında başlatılan geniş kapsamı saldırı programından taviz vermeyen ve olduğu gibi hayata geçiren Merkel, neoliberal politikalarda geri adım atmadı. Bu nedenle Merkel döneminde ülke içinde işsizlik resmi olarak çok yükselmese de asıl olarak kısa süreli, güvencesiz işler ve yoksulluk arttı. Dolayısıyla Schröder’e seçimleri kaybettiren nedenler 2018’den itibaren Merkel’e de oy kaybettirmeye başladı. “İstikrar” adına bir dönem FDP, üç dönem de SPD ile kurduğu koalisyon hükümetleri emekçilerin gasp edilen sosyal haklarının iadesine yanaşmadı. Bu nedenle işçi sınıfı ve emekçiler, Merkel dönemini iyi anmayacaklar. Zira Schröder’den devraldığı sosyal çelişkileri azaltma yerine derinleştirdi.
AB’DE ALMAN DAMGASINI GÜÇLENDİRDİ
Başbakanlığı devraldıktan kısa bir süre sonra 2007-2008’de dünya ekonomik krizi, 2009-2010’da “Avro krizi”yle karşı karşıya kalan Merkel, bu dönemde Alman sermayesi ve tekellerinin krizden en az etkilenmesi için adeta para musluklarını açtı. Bu temelde özellikle mali sermayeye milyarlarca avroyu, “krizden koruma” adına pompaladı. Böylece uluslararası krizden Alman sermayesinin az etkilenmesini, güçlenerek çıkmasını sağladı. Benzer bir politikayı “Avro krizi” sırasında da izledi. Ancak bu dönemin en önemli özelliği Merkel ile özdeşleşen Alman sermayesinin planlarının etkili olması. Başta Yunanistan olmak üzere bütçe açığı veren, iflasla karşı karşıya kalan ülkelerde emekçilere acı reçeteler dayatıldı. Yunanistan’ın borç karşılığında bazı adaları Almanya’ya satması gerektiği yönündeki propaganda bu dönemde yüksek sesle ifade edildi.
AB üzerinden söz konusu ülkelere dayatılan politikalar nedeniyle bu ülkelerdeki emekçiler arasında Merkel’e tepki yükseldi. Gittiği bazı ülkelerde protestolarla karşılandı. Bu nedenle Avrupa ülkelerindeki emekçiler de Merkel’i pek olumlu hatırlamayacaklar.
TARİHE “SIĞINMACI DOSTU” OLARAK GEÇEBİLİR
Ancak tarih büyük bir olasılıkla Merkel’i “sığınmacılara kapıları açan lider” olarak anımsayacak. 2015’de Balkanlar üzerinden Avusturya ve Macaristan’a ulaşmayı başaran yüz binlerce sığınmacı, Merkel’in “Wir schaffen das” (Yapabiliriz) diyerek kapıları açması üzerinde trenlerle Almanya’ya getirildi. Bu açıklama nedeniyle bir kesim Merkel’e eleştiriler yöneltirken, geniş bir kesim de destek vermişti.
Merkel, ülke içindeki sığınmacılar ve göçmenlere karşı da önceki muhafazakar politikacılardan farklı olarak kucaklayıcı bir politika izledi. Düşmanlıkları körükleyen geleneksel muhafazakar politikalardan uzak durdu. Almanya’nın bir göç ülkesi olduğu gerçeğini kabul etti, İslam’ın Almanya’ya ait inançlardan olduğu fikrine destek verdi. Ancak ırkçılıkla mücadele, ırkçı cinayetlerin aydınlanması konusunda ise ciddi bir sınav vermedi.
KÜRTAJ YASALARINI DEĞİŞTİRMEDİ
2011’de ortaya çıkan ırkçı terör örgütü NSU’nun cinayetlerinin arkasında kimlerin olduğunun aydınlatılması için elinden gelen her şeyi yapacağını söylese de ciddi bir adım atmadı.
Federal Almanya tarihinde başbakanlık koltuğuna oturan “ilk kadın başbakan” olması nedeniyle kadınlardan beklentileri de yerine getirmedi. Liberal bir politik çizgide olmasına rağmen kürtaj ve kürtaj reklamlarını yasaklayan Ceza Yasası’nın 219 ve 219a maddelerini kaldırmaya yanaşmadı. Yeni hükümetin yapacaklarının başında bu maddelerin kaldırılması bulunuyor.
DIŞ POLİTİKADA ‘ALMAN YOLU’NDAN GİTTİ
Merkel, dış politikada da asıl olarak AB merkezli olarak Alman sermayesinin çıkarları temelinde hareket etti. ABD’nin bütün baskılarına rağmen, Rusya ile Almanya arasında doğrunda doğalgaz akışın sağlayacak Kuzey Akımı 2’yi iptal etmedi ve tamamlanması için elinden geleni yaptı. Ukrayna ve Belarus üzerinden Rusya ile gerilim politikası devam ederken, ilişkileri koparmaya da yanaşmadı. Keza Çin ve Türkiye ile de “eleştirel ilişki” sürdürdü. Asıl olarak çıkarlar temelinde ekonomik ilişkilerin devam etmesini sağladı. ABD ile ilişkileri ise belli bir denge üzerinden sürdürmeye devam etti. Münih’te bir çadırda yaptığı konuşmada, Avrupa’nın bağımsız bir politika izlemesi gerektiğini söylese de bu konuda ciddi adımlar atmadı.