YÜCEL ÖZDEMİR
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Alman yazar Thomas Mann, 1953’te Hamburg Üniversitesi’nde öğrencilere yönelik yaptığı konuşmada, “Alman Avrupa’sı değil, Avrupalı Almanya” için çalışmalarını ister. Tarihe “Hamburg Konuşması” olarak geçen Mann’ın bu çağrıyı Alman sermayesinin Hitler faşizmi eliyle Avrupa’nın Almanlaştırılması için başlatılan İkinci Dünya Savaşı’nın izlerinin daha çok taze olduğu bir dönemde yapması elbette dikkat çekici.
Kitapları Hitler faşizmi döneminde yakılan Mann, faşizm işbaşına geldikten sonra Almanya’yı terk edip önce ABD’ye sonra İsviçre’ye gitmek zorunda kalır, savaşın yıkıcılığını yakından izler ve bunu romanlarında işler. Ve büyük savaşın asıl olarak Alman sermayesinin Avrupa’yı savaş ve şiddet yoluyla ele geçirip, eski kıtaya egemen olmak için çıkarıldığını biliyordu. Dolayısıyla, Avrupa’nın Almanlaştırılmasının tehlikeli olduğuna dikkat çekip savaşın Alman halkı ve insanlık için şiddet ve yıkımdan başka bir şey getirmediğini ve getirmeyeceğinden hareketle, bu hayalden vazgeçerek Almanya’nın Avrupalılaşmasını çözüm olarak önerir.
Avrupa tarihi aynı zamanda geçmişten günümüze ulus devletlerin egemenlik için kıta üzerinde birbirleriyle girdikleri savaşların tarihidir. Bu savaşların son bulması, halkların bir arada barış içerisinde yaşamasını savunanlar, bu temelde zaman zaman “Birleşik Avrupa Devletleri” tezini ortaya atmıştı.
Bu fikir, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı (1914-18) öncesinde ve sonrasında çok daha yoğun bir şekilde tartışmalara neden oldu. 20 milyon insanın canına mal olan ilk büyük savaş, “geciken emperyalist” olarak, dönemin Prusya’sının (Almanya) kıtaya egemen olmak için Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na verdiği “açık çekle” başladı. Alman burjuvazisinin İngiltere’nin Avrupa üzerindeki egemenliği kırmak, Fransa’yı geriletmek için tetiği çektirdiği bu ilk büyük savaş asıl olarak Avrupalı emperyalist devler arasındaki ilk büyük paylaşım savaşıydı. Bu savaşta, Fransa ile İngiltere aynı safta, Almanya müttefikleriyle karşı cephedeydi.
Birinci Paylaşım Savaşı öncesi ve sonrasında “Birleşik Avrupa” fikri dönemin Marksistleri arasında da yoğun şekilde tartışıldı. Kapitalizm koşullarında bunun mümkün olduğunu savunan revizyonistlerin en önemli argümanlarının başında yine “barış” geliyordu. Lenin’in öncülüğünü yaptığı komünistler ise “Kapitalizm koşullarında Birleşik Avrupa Devletleri’nin kurulmasının mümkün olmadığını, olması durumunda ise bunun gerici”1 olacağını savundular.
Savaşta kendi ulusal burjuvazisine destek veren İkinci Enternasyonalciler “Birleşik Avrupa” sloganına sıkıca sarıldılar ve durmadan bunun mümkün olduğunu ileri sürdüler. Hatta Weimar Cumhuriyeti döneminde artık iyice gericileşen Alman Sosyal Demokrat Parti (SPD), 1923’te “Birleşik Avrupa Devletleri”nin kurulmasını parti programına bile yazdı ve bu 1959’a Bonn-Godesberg’de yapılan parti kongresine kadar programda kaldı. Halbuki çıkarıldığı yıllar aynı zamanda bugünkü Avrupa Birliği’nin (AB) temellerinin atıldığı dönemdi.
İkinci Paylaşım Savaşı da Avrupa üzerinde hakimiyet kurma temelinde yine Alman sermayesinin neden olduğu büyük bir savaştı. Bedeli, Birinci Paylaşım Savaşı’ndan daha ağır oldu. 50 milyona yakın insan hayatını kaybetti. Toplama kampları, Hitler faşizmi, Almanya’nın ikinci kez yenilgisi ve Sovyetler Birliği ile ABD’nin dünya siyasetinde iki yeni önemli güç olarak çıkma süreci…
Savaş bittiğinde Avrupa’da bu kez “Birleşik Avrupa” fikri sadece aydınlar, İkinci Enternasyonal uzantıları değil aynı zamanda burjuvazi cephesinde de yüksek sesle dillendirilmeye başlandı. Zira, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan “yeni dünya düzeni”, artık bir tarafta sosyalizm diğer tarafta kapitalizmin olduğu iki kutupluydu. ABD’nin SSCB ve sosyalizme karşı safları sıkı tutmak için, Batı Avrupa’daki kapitalist devletleri bir çatı altında toplamak üzere “Birleşik Avrupa” hamlesine girişmesi adeta zorunluluk halini aldı. Bir taraftan NATO diğer tarafta AB bu temelde yapılandırılmaya başlandı. Uzun yıllar AB kendisine biçilen rol çerçevesinde, Batı Avrupa’da Doğu Bloku’na karşı ortak tutum sergileme projesi olarak işlev gördü.
SSCB’nin yıkılmasından hemen sonra, Doğu Avrupa’da “halk demokrasisi” ile yönetilen ülkeler hızlı bir şekilde AB/Almanya’nın etki alanına girdi, sonra da AB’ye üye yapıldı. SSCB ve varisi Rusya’nın etki alanını daraltmak için, soğuk savaş yıllarının ürünü olan NATO ve AB, değişen dengelere paralel kimi çatlaklar ve sancılar içerse de, bugün de aynı temelde faaliyetlerini sürdürüyor.
AB’NİN ARKASINA SIĞINAN ALMANYA
Bugün İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin üzerinden 73, Mann’ın bu çağrıyı yapmasının üzerinden 65 yıl geçmesine rağmen, Alman sermayesinin Avrupa’ya egemen olma hayali varlığını, hem de diri bir şekilde sürdürüyor.
İki büyük savaşın nedeni olan Alman burjuvazisi, geçmişin açtığı derin yaralar ve sarsıntıların etkisiyle uzun yıllar, kıta ve dünya üzerindeki çıkarlarını doğrudan “Alman” yerine “Avrupa” olarak savundu. Başka bir deyişle, Alman sermayesinin çıkarları genelleştirilerek “Avrupa’nın çıkarları” olarak adlandırıldı. Bunun başlıca nedeni elbette çıkarların “Alman” olarak ifade edilmesi durumunda buna karşı Avrupa’dan başlayarak dünyada geniş bir cephenin oluşacağıyla ilgiliydi. Bir çok ülkenin tarihsel nedenlerden ötürü buna geçit vermeyeceği ortadaydı. Buna rağmen, Avrupalı emperyalist devletler ve onların tekelleri asıl olarak “Avrupa” adına hareket ettiklerinde birlikte kazanacaklarının, rekabet edebileceklerinin bilinciyle hareket ettiler. Başka bir deyişle tekellerin karşılıklı çıkarlara dayalı ittifakı olma özelliği taşıyor. Çoğu zaman bunun daha çok Alman tekellerinin işine yaradığı gerçeği bilinmesine rağmen, fazla da itiraz edilemedi. Gelinen aşamada Almanya’nın “Avrupa’yı öne sürerek kendi ekonomik ve siyasi etkisini kıta üzerinde pekiştirdiği daha net olarak görülüyor.
EKONOMİDE ALMAN HAKİMİYETİ
SSCB’nin yıkılması, ardından oluşan yeni dünya dengelerinde ABD’den ayrı kendi çıkarlarını daha fazla gözeten Almanya, bu konuda AB adına kimi hamleler ve girişimler yapsa da tam olarak istediğine henüz ulaşmış sayılmaz. Buna rağmen, “Avrupa’nın Almanlaştırılması” yönünde epey ilerleme sağlandı. Özellikle, 2008’de başlayan ekonomik kriz, sonra da Avrupa’da baş gösteren “Euro krizi”, AB üzerinde Alman egemenliğini bir kez daha tartışmaya açtı ve birliğin giderek Almanya’nın kontrolüne girdiği yönünde yüksek sesle değerlendirmeler yapıldı. “Borç krizi” döneminde başta Yunanistan olmak üzere kriz içerisindeki ülkelere Almanya’nın isteğiyle dayatılan şartlar ve sonra da karar altına alınan “Mali Disiplin Paktı” (Fiskalpakt) artık tek tek ülkelerin bütçesinin Almanya tarafından belirlenen kriterlerle oluşturulacağı anlamına geliyor.
Pek çok AB üyesinin ekonomik olarak “kriz” ya da “zayıf” olduğu bir dönemde Alman ekonomisi, ücretler ve parça başı üretimin düşük olmasının avantajıyla en yakın rakipleri Fransa ve İngiltere’ye fark atarak yukarıya çıkmayı başardı.
Federal İstatistik Dairesi’nin verilerine göre Almanya’nın ihracatı 2011 yılından bu yana en güçlü (yüzde 6,3) büyüme kaydetti. Alman tekelleri ve işletmeleri 2017 yılında toplam 1 trilyon 279 milyar 66 milyon Euro ihracat yaptı. 2018’de toplam ihracatın artarak 1,3 trilyon Euro sınırın aşılması bekleniyor. Bu da büyüme hedefinin katlanarak devam edeceği anlamına geliyor. AB sözleşmelerine göre dış ticaret fazlası en fazla Yurtiçi Gayri Safi Milli Hasılanın (Bruttoinlandsprodukt) yüzde 6,5 olarak belirtilmesine rağmen, pek çok ihlal gibi bunun da ihlal edileceği kuvvetle muhtemeldir.
Ortak para birimi Euro’nun 2002 yılında resmen dolaşıma girmesi, Alman sermayesi gücünü sadece Avrupa’da değil dünya ölçeğinde önemli oranda artırdı. Özellikle Euro bölgesine giren AB ülkeleri, önceden sahip oldukları ulusal para birimlerini gerekli gördükleri zaman Alman Mark’ına oranla dengeleyip dış ticaretlerinde rahatlayabiliyorlardı. Ancak ortak para birimine geçtikleri için artık bunu yapamaz duruma geldiler ve bu ülkelerin piyasaları zamanla Alman tekelleri tarafından ele geçirilmeye başladı. Böylece, ortak para birimine geçişle Alman tekelleri diğerlerinden daha üretken, daha vasıflı ve ucuz emek gücüne sahip oldukları ve ürettiği malların kalitesi itibarıyla, Euro ile kurulan düzenekten diğerlerine göre daha güçlü yararlandı. Başka bir deyişle AB‘yi bir iç pazar olarak kullanma en çok Alman tekellerinin işine yaradı ve bu durum dünyadaki rakipleriyle rekabet etmeyi olanaklı hale getirdi. Almanya, dış ticaretinin üçte ikisini AB içinde gerçekleştiriyor.
Yazar-yayıncı Rainer Trampert, “Avrupa’da Alman hegemonyası” başlıklı makalesinde “MyKinsey’in hesaplamasına göre Almanya sadece Euro’ya geçildiği için yılda 165 milyar Euro kazanıyor”2 hatırlatmasını yapıyor.
İngiltere’nin Brexit kararı ve ayrılma yönünde adımlar atmasıyla birlikte, AB üzerindeki Alman egemenliğinin pekişeceği de açık olarak görülüyor. AB’nin tek başına Almanya’nın egemenliği altındaki bir birlik olduğu görüntüsünü vermek istemeyen Almanya, şimdilik bu rolü Fransa ile birlikte götürerek ve Fransa ile ipleri koparmadan bunun planlarını yapıyor.
ASKERİ BİRLİK YÖNÜNDE ATILAN ADIMLAR NE ANLAMA GELİYOR?
Dünya çapında sertleşen emperyalist çelişkiler, değişen dengeler, pazar kavgası ve rekabet ortamı, gelinen aşamada Almanya’yı Fransa ile birlikte hareket etmeye adeta zorunlu hale getirmiş görünüyor. Bir yanda ABD, diğer yanda Çin’in ekonomik ve askeri gücü, diğer bir yandan ise Rusya’nın yeniden dünya sahnesine güçlü bir aktör olarak çıkması, oluşan çok kutuplu dünyada, çelişkilerine rağmen Almanya’yı Fransa’ya, Fransa’yı da Almanya’ya mahkum etmiş görünüyor. Karşılıklı zorunluluktan ötürü bugün AB üzerinden takviyeler de yaparak ittifaklarını pekiştiren iki ülkenin yakın dönemdeki en büyük hedeflerinden birisi de paylaşım sürecine askeri olarak dahil olmak. Daha önce Almanya karşısında zayıf düşen Fransa, şimdi Emmanuel Macron’la yeniden bir denge kurmanın peşinde. Ancak bu dengeyi ekonomik olarak sağlaması pek mümkün görünmüyor. Bu nedenle siyasi ve AB’nin ekonomik yapısında değişikler konusunda koparacağı tavizlerle dengelemesi kuvvetle muhtemel görünüyor.
Her iki ülkenin yöneticileri şimdiden ortak askeri bir gücün kurulmasının yanı sıra Euro Bölgesi’nde bir reform sürecinin başlatılması konusunda anlaşmış görünüyor. “Reform” adı altında haziran ayında gündeme getirilmesi öngörülen plana göre, Euro ülkesi ekonomilerinin daha fazla merkeze bağlanması, gerektiğinde bir maliye bakanın atanması ve bir “Euro Hükümeti”nin kurulmasından söz ediliyor.
Üye ülkelerin ekonomileri üzerindeki belirleyiciliğin hangi sonuçlara yol açtığı Yunanistan’da görüldü. Bilinçli bir politikayla borç batağı içerisine çekilen ülkede sonra da hızla özelleştirme planları devreye konuldu ve gelinen aşamada Yunanistan’da değer yaratan pek çok işletme Alman tekellerinin eline geçmiş durumda. Atılan adımlar, AB adına yapılan dayatmalar özellikle küçük ülkelerin tahakküm altına alınmasından başka bir şey değildir ve bu politikada en çok kazananın Alman sermayesi olduğu artık anlaşılmıştır.
Özetle, “halkların gönüllü birliği”, “sınırların olmadığı bir Avrupa” gibi kulağa hoş söylemlerle süslenen AB, gelinen aşamada öncesine göre çok daha fazla Alman tekellerinin çıkarlarının el üstünde tutulduğu bir birlik haline gelmiştir. En önemlisi de bu süreçte, sermayenin ülkeler ve halklar üzerindeki baskısı daha fazla yoğunlaşıyor ve gerici karakteri daha fazla öne çıkıyor.
Bu nedenle, son yıllarda AB’nin politikalarına gösterilen tepkiler genellikle Almanya’ya tepkiye dönüşmüş durumda. AB’nin politikalarını eleştiren farklı kesimler de yine öncelikle Almanya’yı hedefe koyuyor. Bu elbette AB içinde Almanya ile rekabet halinde olan diğer güçlerin de işine yarıyor.
Nitekim bugün gelinen yer, Lenin’in 100 yıl önce, Ağustos 1915’de, “Birleşik Avrupa Devletleri Şiarı üzerine” yazdıklarını doğruluyor: “Emperyalizmin ekonomik koşulları —yani sermaye ihracı ve dünyanın ‚ileri‘ ve ‚uygar‘ sömürgeci güçler arasında paylaşılmış olması— açısından, kapitalizm altında ulus devletlerin eşit koşullarda Birleşik Avrupa Devletleri adı altında bir araya gelmesi ya olanaksızdır ya da gericidir.”3
Lenin aynı makalesinde devamla, “Kuşkusuz, kapitalistler ve güçler arasında geçici anlaşmalar olabilir. Bu anlamda, Avrupa kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, bir Birleşik Avrupa Devletleri olanağı vardır. … ama ne için bir anlaşma? Yalnızca Avrupa’daki sosyalizmi ortaklaşa ezmek, sömürgelerin bugünkü bölüşülmesinde haklarının yendiğini düşünen ve son yarım yüzyılda, yaşlılıktan çürümeye başlayan geri ve monarşist Avrupa’dan çok daha büyük bir hızla güçlenen Japonya ve Amerika’ya karşı sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla.
Aradan 100 yıl geçtikten sonra Lenin’in yazdıklarına baktığımızda Avrupalı kapitalist-emperyalist devletlerin gerçekten geçici çıkarlar üzerinden uzlaştığı görülüyor. Aralarında pek çok çelişki olmasına rağmen, Almanya ve Fransa dünyanın paylaşım sürecinden geri kalmamak için bugün zorunlu olarak AB çatısı altında güç birliği yapmış ve bunu hakların, emekçilerin çıkarına olduğunu propaganda ediyor.
AB’de entegrasyon, birleşme ve yakınlaşma, olağan olmayan “Soğuk Savaş yılları”nda hızlı bir şekilde ilerledi. Ancak, bu süreç 2008 kriziyle birlikte tersine dönmüş ve İngiltere’de görüldüğü gibi ayrılma sürecini başlatmıştır. Sürecin bununla kalmayacağı ortada. Zira tek tek ülkelerin ve bölgelerin karşı karşıya olduğu sorunlar, AB içerisindeki bölünmeyi ve kopuşmayı hızlandırıyor. Kıta genelinde AB’nin dayatmalarını eleştiren, yeniden ulusal para birimine dönmeyi, sınırları kapatmayı savunan milliyetçilerin bu kadar güç toplaması, aynı zamanda AB’nin tekellerin hegemonyası altında şekillenmesinden kaynaklanıyor. Hiç şüphesiz, bir ülkenin sermayesinin AB üzerinde etkili olması, aynı zamanda AB’nin kapitalist temelde şekillendirilmesiyle ilgilidir ve bu adeta işin doğasında yatıyor.
Durum bu kadar net olmasına rağmen, Avrupa genelinde liberal sol parti ve akımların çoğu halen AB’yi adeta kutsayarak, dokunulmaz ve eleştirilmez bir kurum olarak görüyorlar. Denilebilir ki, AB politikaları bugün Avrupa solunun yumuşak karnını oluşturuyor. Çoğu zaman dayatılan ekonomik, asker ve siyasi politikaların sonuçlarına tepki gösterilse de, iş AB’den çıkma ya da AB’nin dağıtılmasına gelince hemen geri adım atarak sistemin sınırları içerisine çekiliyorlar. Bu elbette geçmişten bugüne sahip oldukları ideolojik yaklaşımların bir ürünüdür.
Kendi arasında sınırları kaldıran, ortak para birimine geçen AB’nin, bu haline bakıldığında bir adım atılmış denebilir; ancak AB’nin 61 yıllık tarihi, ‚Birleşik Avrupa hayali’nin gerçekleştiğini değil gerçekleşmediği ve emperyalist kapitalizm koşullarında tek tek ülkeler arasındaki eşitsiz gelişim ve rekabetin sürdüğü sürece de gerçekleşemeyeceğinin bir göstergesidir. Çünkü bu süreç tarihsel bir gelişim içermekle birlikte, ne tek tek ülkeler arasındaki eşitsizlik, rekabet ve çelişkilerden ne de emekçilerle sermaye sahipleri arasındaki karşıtlıktan muaf olmamış; tersine bu çelişki ve karşıtlar üzerine oturmuştur. Dolayısıyla üzerinde yükseldiği bu zeminin kendisi, ‚birleşik Avrupa hayali’nin bir engeli ve yeniden yeniden tahrip olmasının temeli durumundadır.
AB’yi var eden ’soyut bir insanlık ideali veya hayali‘ değildir. En başta Almanya ve Fransa gibi ülkelerin diğerleri üzerindeki tahakkümü ve genel olarak Avrupa sermayesinin Avrupalı emekçiler üzerindeki ortak çıkarlarının kollanması ve dünyanın diğer emperyalist blok ve devletleriyle rekabeti konusunda bir işlevi vardır ve bu işlevi hayata geçirdiği ölçüde hayat bulmuş ve bulacaktır. Bu anlamıyla bir sermaye hayalidir, ki bu haliyle bile hayat bulmada ciddi sıkıntılar yaşamaktadır.
Emekçilerin hayali ise para birliği ya da sınırların kalkmasının ötesinde ve sadece Avrupa ile de sınırlı olmayan eşit, özgür ve sınıfsız bir dünyadır. Tüm zorluğuna rağmen gerçek ve bir o kadar da gerçekleşmesi mümkün bir hayal…
1Lenin, Birleşik Avrupa Devletleri Şiarı üzerine makalesi Ağustos 1915’te Sosyal Demokrat’ın 40. sayısında yayınlanmıştı.
2https://www.rainertrampert.de/artikel/deutsche-hegemonie-in-europa
3 https://www.mlwerke.de/le/le21/le21_342.htm, Türkçe çevirisi, „Marx-Engels-Marksizm“ içinde [s: 236-240] yayınlanmıştır. Sol Yayınları, İkinci Baskı, Mayıs 1990, -Birinci Baskı, Kasım 1976)