YÜCEL ÖZDEMİR
Sadece güçlü sermaye birikimiyle değil, aynı zamanda güçlü ve örgütlü bir işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi tarihi itibariyle Avrupa’nın en dikkat çekici ülkesi olan Almanya, önemli bir genel seçimi geride bıraktı.
Değişik açılardan değerlendirilmesi gereken seçim sonuçlarını özellikle, işçi sınıfı ve emekçilerden yana bir politika izlediğini ileri süren “sol kesimler” açısından değerlendirmek, buna göre sonuçlar çıkarıp ileriye bakmak büyük önem taşıyor.
Burada “sol”dan kasıt, adı “sosyal demokrat” olan, gerçekte çok uzun zamandan beri politik bakımından sermaye partisine dönüşen ve bu seçimlerden birinci çıkan Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile sol kökenden gelen ancak bugün solcu olup olmadığı tartışılan Yeşiller Partisi değil.
Her ne kadar bu iki parti halen sosyolojik açıdan siyasi yelpazenin solunda sayılsalar dapolitik-ideolojik açıdan ilerici özelliklerini yitirikleri artık biliniyor. Buna rağmen, kuruluşu devrimci işçi hareketine kadar uzanan SPD’nin, olup bitenlere rağmen, halen işçi sınıfı ve sendikalar üzerinde etkili olduğunu da son seçimler gösterdi.
Detaylı analizlerde SPD yeniden işçilerden ve işsizlerden en fazla oy alan parti haline geldi. Yeşiller ise asıl olarak iyi kazanan orta sınıflara ve iklim-çevre konularında mevcut gidişatın değişmesini isteyen, sınıfsal farkındalığı olmayan gençlere dayanıyor.
Bu iki partiyi bir yana bıraktığımızda geriye “sol” adına seçimlere katılan Sol Parti (Die Linke), Alman Komünist Partisi (DKP), Maoist çizgideki Almanya Marksist-Leninist Partisi (MLPD) kalıyor.
DKP 15 bin, MLPD 18 bin oy alırken, dikkat çeken bunca sosyal sorun ve tartışmaya rağmen ikisi de oylarını sadece oransal değil aynı zamanda rakamsal olarak da hiç artırmadı. Boyundan çok ses çıkaran ancak ülke gerçekliğiyle bir türlü bağ kuramayan MLPD ile adeta ’80’lerde kalmış, eylem ve söylemini bir türlü değiştirmeyen ve giderek yaşlanan DKP’den bir şey beklemektense deveye hendek atlatmak daha kolay.
Sol Parti, 2017’deki genel seçimlere göre yüzde 4.3 oy kaybederek ancak yüzde 4.9 oy alabildi. Eğer üç bölgeden doğrudan milletvekili çıkaramasaydı, 39 milletvekili çıkarıp parlamentoda yeniden grup kurması da mümkün olmayacaktı.
Gelelim Sol Partinin neden bu denli oy kaybettiğine… Denilebilir ki; seçimlerle birlikte bugünkü Sol Parti, yaklaşık 15-20 yıl önceki Demokratik Sosyalizm Partisinin (PDS) durumuna düşmüştür.
İki Almanya’nın birleşmesinden sonra Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin geriye kalan yöneticilerinin kurduğu PDS, Doğu Almanlar için bir “kimlik partisi” özelliği taşıyordu ve hep baraj sorunu yaşıyordu.
Ancak, 1998-2005 yılları arasında işbaşında bulunan SPD-Yeşiller hükümeti tarafından işçi sınıfının kazanılmış tarihsel sosyal haklarında kısıtlamalar yapılıp, yurt dışına asker göndermeye başladıklarında, PDS “sosyal hakları koruma” ve savaşa karşı “barış”a dikkat çeken bir parti haline gelmeye başladı. Bu tutumu zamanla SPD’ye sırt çeviren sendikacılar, işçiler ve barış hareketi için bir adres olmasını sağladı.
Bu dönemde sosyal hakların kısıtlanmasına ve savaşa karşı sokakta yükselen ses, karşılığını, sonradan Sol Partiye dönüşecek bu partide buldu. Bunun sonucu olarak 2009’daki seçimlerde yüzde 11.9 gibi yüksek bir orana kadar ulaşıldı.
Sosyal haklar ve barış temaları üzerinden yükselen mücadelede Sol Partisi, ideolojik olarak kapitalizmi yıkmayı, sosyalizmi kurmayı hedeflemese de pratikte sosyal mücadelenin önemli bir tercümanı oldu.
Ancak zamanla tercüman olmaktan uzaklaştı. Bugünkü tablonun da asıl nedeni. Bu tarihsel dönemde Sol Partiden milletvekili seçilen ve bu seçimlerde de parlamentoya girmeyi başaran Sevim Dağdelen, önceki gün Junge Welt’e verdiği söyleşide durumu şu şekilde özetliyor: “Yenilginin temel nedenleri daha derinde olsa da, koşulsuz hükümet ortağı olma konusunda yapılan açıklamalar başlıca neden. Sosyal kısıtlamalar ve savaş konusundaki kırmızı çizgileri ifade etme yerine koalisyon görüşmelerine kimlerin katılacağıyla meşgul olundu. Scholz (SPD) ve Baerbock (Yeşiller) eleştirileri bir yana bırakıldı, Laschet’i durdurma kampanyası sürdürüldü. Bu da SPD ve Yeşillere oyların gitmesine ve sandık başına gitmemeye yol açtı.”
Sol Partinin 600 bin oyunun SPD’ye, 440 bin oyunun Yeşiller’e, 370 bin seçmenin sandık başına gitmediği şeklindeki veriler bu analizin doğru olduğunu gösteriyor.
Özetle; işçi hareketi ve sendikalar üzerinde tarihsel etkisi olan SPD’nin sosyal konuları öne çıkararak solu gösterdiği bir dönemde Sol Partinin kırmızı çizgilerini bir yana bırakıp, direksiyonu sağa kırıp hükümet ortağı olmayı baş hedef haline getirmesi ağır yenilginin başlıca nedenidir.
Dolayısıyla Sol Parti, eğer bu ağır yenilgiden bir sonuç çıkaracaksa, kendisini büyüten işçilere, işsizlere, yoksul emekçi sınıflara acil bir şekilde yeniden yüzünü dönmeli, onların dilinden konuşmaya başlamalıdır. Bunu yapmadığı takdirde yeni bir “sol” parti kaçınılmaz. Çünkü sonuçlar, Almanya’daki emekçi sınıfların ikinci bir SPD’ye ihtiyaç duymadığını açık olarak gösteriyor.