Written by 10:59 POLITIKA

Avrupa Futbol Şampiyonasından kalanlar: Milli gurur ve bölünmüşlük

TONGUÇ KARAHAN

Evlerde, kafelerde, meydanlarda, statlarda heyecanla izlenen arkadaş sohbetlerinde hararetli tartışmalara, iddialara konu olan, diğer taraftan medyanın, ticari şirketlerin iştahını kabartıp kasalarını dolduran Avrupa Futbol Şampiyonası, hayal kırıklıkları-umutlar-sevinçler-kızgınlıklar eşliğinde adeta bir duygu seli gibi geçen bir ayın ardından sona erdi. ‚Sel gider izi kalır’ misali peki bu ‚duygu selinden geriye neler kaldı?

Adeta her biri ‚ulusunun gladyatörleri‘ olarak sahaya sürülen 24 takımın kıyasıya mücadele ve rekabetine sahne olan Avrupa Futbol Şampiyonası sonra erdi. Bu turnuva da şaşırtmadı: Futboldan ve spordan daha çok siyaset, dostluktan öte öfke, bölünmüşlük ve önyargılar ile eğlenceden daha fazla yenme hırsı öne çıktı.

Bu duyguları en üst seviyede yaşayan ülkelerin ve taraftarların başında ise, maçlara en fazla seyirci ile katılan, kutlamalarda en kalabalık ve gürültülü konvoylar oluşturan ve ‚bozkurt selamıyla‘ en fazla siyasi tartışma yaratan Türkiye yer aldı.

Turnuva vesilesiyle ‚milli duyguların coşması‘ Türkiye’ye özgü değil elbette. Tüm dünyada ülkeler arasında ekonomik-askeri rekabetin tırmanışa geçtiği, milliyetçiliğin aşırı sağın yaygınlık kazandığı bir döneme rastlaması da milli hassasiyetlerin derecesini artıran bir rol oynuyor kuşkusuz.

Şampiyonaya damgasını vuran konuların belki de ilki, Türk milli futbol takımının Avusturya’yı elemesinin ardından Merih Demiral’ın bozkurt işareti yapması ve ardından iki maç ceza alması oldu. Olayın ardından tartışmalar aldı başını gitti; konu spordan ve futboldan çıkıp siyasete ve siyasi propaganda yarışına dönüştü. Futboluyla belki övgü alan Merih’in, bir siyasi partinin sembolüyle mesaj vermeye kalkması ve Merih’e verilen ceza, Almanya ve Türkiye’de iki kutup yarattı: Biri, “Bu ceza, Türkiye’yi kıskanan ve güçlenmesini istemeyenlerin bir oyunudur. Merih’in yaptığı işaret, Türklerin ulusal sembolüdür. Ve bu ceza haksızlıktır” diyenler. Ki, buna radikal milliyetçi olmayan hatta kendini “İslamcı, sol, Kemalist veya bağımsız” gören kesimler arasından da destek gelebildi. Diğer kesim ise, “Eğip bükmenin, kulp takmanın gereği yok: Bir siyasi partinin ırkçılık içeren sembolü, ülkeyi, milleti ve milli sevinci temsil edemez.” diyerek Merih’in hareketini kınayan, yersiz ve yanlış bulanlardı.

SEL GİTTİ İZİ KALDI

Medya ve siyaset gündemindeki bu tartışmalar bir süre sonra sönecek ve arşivlere konacak ama özellikle de Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlilerin toplumsal belleğinde daha kalıcı ve yaralayıcı izler bırakacak.

Çünkü Merih’in bozkurt selamı, münferit bir olay olmaktan öte, Alman ve Türkiye kökenli göçmenler arasında yılların biriktirdiği sorunların, kuşkuların, önyargıların ve birlikte yaşama duygusundaki zedelenmişliklerin hem bir sonucu hem de bu önyargıları ve bölünmüşlüğü büyütmenin bir gerekçesi olacak.

Her iki ülkenin milliyetçilikten beslenen politikacıları bu durumdan memnunlar kuşkusuz ama Almanya’da yaşayan, burada doğup büyümüş Türkiye kökenliler açısından içinde yaşadığı toplumla ilişkilerini zorlaştırıcı, yaralayıcı bir iz olacak.

Özellikle de belki hayatlarında ilk kez bu olayla ‚bozkurt işaretini tanıyan burada doğup büyümüş genç kuşak Türkiye kökenliler için. Çünkü, Köln’den Berlin’e, Stuttgart’tan Hamburg’a sokakları, meydanları, cafeleri dolduran onbilerce genç, her ülke taraftarı gibi eğlenmek, ‚milli heyecan yaşamak‘ isterken kendilerini siyasi bir fanatizmin, keskin ve tehlikeli bir milliyetçi bölünmenin ortasında buldu. ‚Profesyonel milliyetçilerin‘, bayrak ve ezan tüccarlığı yapanların kutuplaştırıcı propagandalarına maruz kalan gençler, Merih’e verilen cezanın, “Türkiye ve Türkleri cezalandırmak anlamına geldiği” ve “Avrupa ve Almanlar’ın bizi sevmediğinin, her fırsatta bizi ezmek cezalandırmak istediği”nin bir kanıtı olduğuna ikna edilmeye çalışıldı.

Ve özellikle son Hollanda maçı, bu milliyetçi çevreler tarafından adeta bir ‚hesaplaşma ve Batı’ya, Türk düşmanlarına bir meydan okuma‘ olayına dönüştürüldü.

Bu düşmanca propagandanın en büyük destekçisi ise Almanya’da gerek hükümetlerin gerekse ırkçı-milliyetçi çevrelerin yıllardır izledikleri ayrımcı politikalar sonucu göçmenlerde oluşturdukları ‚dışlanmışlık hissiyatı‘ oldu. Göçmenleri veya Türkleri ‘sorunlu, uyumsuz ve bir fazlalık’ gibi gören ve tıpkı Türk milliyetçileri gibi milliyetçi önyargıları besleyen bu çevrelerin yarattığı tahribat da Berlin’de, Köln’de veya Hamburg’da bu kadar gencin abartılı bayrak şovlarıyla, ne anlama geldiğini tam bilmedikleri bozkurt işaretleriyle sokaklara çıkmasına ziyadesiyle katkı sundu.

Elbette hayat bir aylık bu futbol turnuvasından ibaret değil. Her iki ülkenin milliyetçi fanatiklerinin zehirlediği, tahrip ettiği ilişkiler tamamen kopuk ve onarılmaz da değil. Ve inancı veya etnik kökeni farklı olsa da, aynı okulu, aynı işyerini, aynı kaderi paylaşan yerli ve göçmenlerin insanca bir yaşam sürmek için tek çareleri, ortak sorunlarına ortak çözümler bulmak için yakınlaşmaları ve aslında ‚takımların‘ ırka-renge göre oluşmadığını; aslında aynı takımda olduklarını fark edebilmeleri.


„Milli Ruhun Arenası”: Futbolun politik ve toplumsal yansımaları

Her ülkede iktidarı elinde bulunduranlar, bütün ulusun ve bütün ülkenin çıkarlarını temsil ettiklerini iddia ederler. Milli marşlar ve bayraklar başta olmak üzere başına milli gelen her şey de bu algıyı inandırıcı kılmak ve motivasyon aracı olarak işlev görür. Spor, hele de futbol bundan azade değil elbette. Uluslar adına yarışılan her turnuva ve spor karşılaşması bu nedenle, her ülke için millet ruhunun, ulusal gururun, diğer uluslara üstün gelmenin bir sembolü olarak kullanılır. Galibiyet veya yenilginin burada işlev açısından aslında çok da önemi yoktur. Galibiyet milli egemenliğin, yenilgi ise ortaklaşılmış milli hüznün vesilesi edilerek, aynı amaca hizmet eder; diğer uluslara karşı sınırları, önyargıları kimi zaman düşmanlığı belirginleştiren bir rol oynar. İkisi de milli ruhun yüceltilmesine yaradığı için ülkeyi yönetenleri memnun eder; sıradan vatandaşın galibiyetle coşup zafer sarhoşluğu veya yenilginin hüznüyle kahrolması egemen sınıfı çok da ilgilendirmez. Galibiyet tercih edilir kuşkusuz. Ama yenilgi de, aslında ülke içinde birbiriyle çıkarları çelişen zenginle fakiri, işçiyle patronu, gariban takımıyla elitleri, ‚millet‘ paydasında sanki homojen-çelişkisiz tek bir vücut oldukları algısına sürükleyebilir. Milli takımın yenilgisi, “mutlaka bizi çekemeyen, bizi kıskanan, bize düşmanlık eden diğer milletlerin bir oyunu vardır” gibi kulplar takılarak veya “bu sefer olmadı gelecek sefer günlerini göstereceğiz” türü geleceğe ilişkin milli motivasyonlar ve umut tacirliği için oldukça kullanışlı olabilir nitekim.

Bu durum her ülkede kimi özgünlükler gösterse de, istisnasız her ülke için her milli maç ve karşılaşma için geçerlidir. İster basketbol ister kayak, ister jimnastik isterse futbol olsun, uluslar arası tüm sportif karşılaşmalar aslında, ülkeler arasındaki ekonomik-siyasi-askeri rekabet ve egemenlik mücadelesinin, “dostluk-estetik-eğlence” görüntüsü altında, ‚oyun‘ formatına dönüştürülmüş bir simülasyonu gibidir. Her ülke kazanmak istiyor, her ülke karşısına çıkan rakibi düşman veya alt edilmesi gereken bir hasım olarak bilinçaltına kazıyor. Galibiyet milli zafer, yenilgi milli felaket olarak algılanıyor. İnsan olmanın ortak değerleri yerine ülkeler arasındaki farklılıklar ve en iyi- en güçlü- en üstün olanın kendi ülkesi, kendi milliyeti veya kendi inancı olduğu fikriyatı kazınıyor belleklere. Garip olan şu ki Türk, Alman, Fransız, Arnavut, İspanyol, Avusturyalı… herkes herkesi aşağı görüyor. 

Ve her karşılaşma “biz ve ötekiler” ayrımını tazeliyor. Hepimiz sıradan insani heyecan, sportif estetik zevki ve sosyal bir eğlence gibi izlesek de bu maçlar, ne yazık ki, ekonomik ve askeri bakımdan güçlü ülkeler için kendi üstünlüğünü kanıtlamanın ve egemenliğini meşrulaştırmanın; zayıf ve bağımlı ülkeler açısından ise egemenler ligine çıkabilme umudu ve aslında bunu hak eden bir millet olduğunu kendi ‚ulusuna‘ ve rakip ülkelere göstermenin bir aracına dönüşüyor.

Bu yüzden de son Avrupa Futbol Şampiyonası’na yansıyan milliyetçi rekabet ve tartışmalar tesadüf değil, işin doğası gereği.

Close